Şerif Mardin, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri” isimli kitabında onlara yönelik eleştirilerde bulunur. Mardin’e göre Jön Türkleri Abdülhamit karşısında başarısız kılan temel husus; edindikleri bilgileri sadece kitaplardan öğrenmeleri, Abdülhamit gibi devlet tecrübesine sahip olmamalarıydı.

Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi -Kritik der reinen Vernunft)” yine bu minvalde yani soyutluğun zaafları üzerine kuruludur.

Karl Marks tezlerini teorinin yüzeyselliğinden çıkarıp dokunabilir ve başarılabilir hale getirmek amacıyla “Praksis” kavramı üzerinde durmuştur.

Karl Popper,“Tarihselciliğin Sefaleti”nde hayatın gerçeklerinden kopukluğun zaaflarını ortaya koyarken bir nevi anakrosinin çıkmazlarına vurgu yapar.

Hatta Jürgen Habermas’ın “İletişimsel Eylem Kuramı”nda bile yalın teorik bir dünyanın üzerine çıkarak; ötekine dokunma, onu tecrübe etme gayreti dikkati çeker.

Bütün bunlar bana Ahmet Davutoğlu ve “Stratejik Derinlik” tezlerini hatırlatıyor. Akademik bir perspektifle baktığınızda başarılı bir çalışma olarak kabul edilebilir. Bir harita okuması olarak da üzerinde tartışılabilir. Zaten kendisinin geçmişte Kültür Sanat Vakfı’ndaki derslerinde özellikle harita okuma derslerine son derece önem verdiğini biliyoruz.

Fakat bir dış politika argümanı veya genel itibariyle bu politikanın kendisi yoğun olarak tecrübe ve saha hâkimiyeti gerektiren bir husustur. Saha hâkimiyeti ise emperyal hedefler gözeten, misyoner ekipler üzerine inşa edilebilir. Diaspora ve lobicilik vazgeçilmez bir zorunluluktur. Katılırız veya katılmayız lakin Batı, emperyal kapitalizmini yani sömürgeciliği ekonomik, dini, askeri ve kültürel misyonerlerini dünya ölçeğinde sahaya yayarak sağlamıştır. Edward Said’in “Sömürgeciliğin Keşif Yolu: Oryantalizm” isimli eseri bu sürecin başarılı bir anlatımıdır.

Aynı şekilde II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından istihbarat alanında yapılan en önemli çalışmalardan ve bilimsel istihbaratın temel kaynaklarından birisi olan Sherman Kent’in “Stratejik İstihbarat” kitabı dış politikadaki insan unsurunun ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.

Oysa bir İslamcı olarak Davutoğlu’nun Hz. Peygamber dönemindeki Suffa Mektebi’nin misyonunu, Abbasiler döneminde yeşermeye başlayan fütüvvet olgusunu, Selçuklu ahiliğini, Osmanlıların Balkanlar’da son derece başarılı bir şekilde uyguladığı istimalet politikalarını, martalos ve voynuk teşkilatlarını teorik ölçekte bilse bile yeterince özümseyemediği anlaşılıyor.

Bunun yanı sıra İslamcı zihniyet paradigmasının en çok eleştirdiği Tanzimat ve Islahat sürecine bağlı olarak özellikle 1860’lı yılardan itibaren Osmanlı coğrafyasında mantar gibi biten misyoner okullarının Batı’yı Doğu’da nasıl aktif ve egemen kıldığını en iyi ihtimalle dikkatinden kaçırıyor.

Onun Başbakanlık Danışmanı ve Dışişleri Bakanı olduğu ilk süreçte gündeme getirdiği “Bilge Ülke” kavramı pek çok kesim tarafından desteklenmiş olsa bile, büyük ihtimalle Erdoğan’ın liderlik kaygıları nedeni ile başarısızlığa, Mavi Marmara operasyonu ile de yenilgiye uğradı. Bu olayın hemen akabinde Star Gazetesi Açık Görüş ekinde; “ Milli Stratejiler, Yerel İnisiyatifler” başlıklı makalemi “Değer miydi Sayın Davutoğlu?” diye bitirmiştim. O soru bugün hala canlılığını koruyor.

Mesele bir köşe yazısının hacmini çok aşan ayrıntılı ve uzun bir müzakere gerektiriyor. Bu noktaya şuradan geldim;

Davutoğlu, “Stratejik Derinlik” tezini havada bırakan, insan unsuruna dayalı saha hakimiyeti olgusunu öteleyen bir zihniyet dönüşümü süreci yaşadı ve 160’ın üzerinde ülkede faaliyetlerde bulunan Türk Tarihi’nin en büyük diaspora ve lobicilik gücüne sahip cemaati imha etmek isteyen “Derin Parti”nin kanadı içerisinde yer almayı tercih etti.

Böyle olduğu için de her duyduğumuzda acı bir tebessüm ile karşılık verdiğimiz “Kimse Türkiye’nin sabrını zorlamasın” cümlesi ile yaşanmışlığı kavrayamayan “Son Jön Türk” olarak tarihte anılmaya devam edecek.