Bugün analiz yok. Kürt sorunu yok. PKK yok. Ergenekon yok. Asker yok. Balyoz yok. Güvenlik konuları yok. Bugün hayata dair iki pişmanlığımı yazacağım.


Hayatıma dair en önemli pişmanlıklarımdan biri Kanada’ya gitmek.
Özellikle 28 Şubat’ta yapılanları Türk medyasından takip etmeye dayanamayınca, zaten öğrenmek istediğim İngilizce için, durumu bir bahane yapmış “en iyisi İngilizce öğrenip dünyayı yabancı basından takip etmek” diye karar verip Kanada’ya gitmiştim. Tek amacım İngilizce öğrenip Türkiye’de olanları yabancıların gözünden izlemekti. Gitmez olaydım.

Kanada’ya gitmeden önce ben bir Türk milliyetçisiydim. Bana göre Türkiye dünyanın en önemli ülkesiydi. İstanbul Boğazı’nın üzerinde asılı bulunan köprüler dünyanın en önemli yapılarıydı. Asya’ya Avrupa’ya bağlardı (ne demektiyse). Türk ordusunun bileği bükülmezdi. Dünyanın en büyük ordularından biriydi. Kürtler kandırılmış bir halktı. PKK Ermeni uşağıydı. Dış güçlerin maşası olarak Kürt kardeşlerimizi eziyordu. Tek amaçları vardı ülkeyi bölmekti. ABD ve İsrail dünyada olan her şeyin arkasındaydı. Masonlar tam bir alçak locasıydı. Her şeyi kontrol ederlerdi. Siyasetçiler hilekâr adamlardı ama askerler dürüsttü. Devlet ve hükümet farklı şeylerdi. Hükümetler gelip geçiciydi oysa devlet kalıcıydı. Bu nedenle hükümetlerin her şeyi değiştirme yetkileri olmamalıydı.

Dünyadaki bütün kavimler Türklere çok şey borçluydu. Ermenileri kesinlikle kesmemiştik. Onlar ihanet etmişti ve hamile kadınların karnındaki bebekleri bile süngülerle öldürmüşlerdi. Kıbrıs’ta katledilen kardeşlerimize karşı dünyanın kurduğu kanlı pusuya karşı büyük bir barış harekâtı yapmış ve oradaki kardeşlerimizi kurtarmıştık. Hatta neden gitmişken tüm adayı ele geçirmemiştik ki? EOKA denen Rum örgütü aslında İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı vermek için kurulmuş bir direniş örgütü değil, Kıbrıs’taki Türkleri adadan temizlemek için kurulmuş bir terör örgütüydü. ASALA’nın arkasında Amerika ve Batılı devletler vardı. Batı hep Türkiye’yi bölüp parçalamaya çalışırdı. Çünkü Türkiye dünyadaki en önemli ülkeydi. Türkler çok zeki insanlardı.

Bu türden, çoğunluğun inandığı, bana kafa konforu sağlayan, binlerce saçmalığa inanırdım Kanada’ya gitmeden önce. Kanada’ya gidince ilk karşılaştığım Kanadalı bana nereli olduğumu sormuş ve Türkiye deyince, Türkiye’nin nerede olduğunu bilmediğini söylemişti. Ne kadar kızmıştım adama, cahil herif dünyanın en önemli ülkesinin nerede olduğunu bile bilmiyor diye. Sonra çoğunluğun Türkiye’yi çok da önemsemediğini görünce ben de fark etmeye başladım Türkiye’de öğrendiklerimin yalan olduğunu. Tam bir aldatılmışlık duygusuna kapıldım. En güvendiğim devletim aldatmıştı beni.

Kanada’ya gidip dünyayı tanıyıp Türkiye’de bize öğretilen yalan dünyanın dışına çıktığım için “pişmanım”. Oysa ne güzel kendi yalan dünyamda yaşıyordum. Milliyetçi bir kafaya sahiptim ve çevremdeki saçmalıkları teker teker sorgulayıp rahatsız olmak yerine hepsine toptan inanıyordum. Kafam rahat ve ben de çok mutluydum.

Zaman zaman Ahmet Altan gibi marjinal kişilerin görüşleri gözüme çarpardı. Onları alt etmek kolaydı. Ya “hain” olduklarından, ya da toplumu anlamayıp kendi “fildişi kulelerinde, Boğaz kenarında içkilerini yudumlarken” böyle şeyler yazarlardı. Bu nedenle de okunup değer verilecek kişiler değillerdi. Kafa konforumu bozmak şöyle dursun, milliyetçi düşüncelerimi daha da sağlamlaştırırdı bu tip dışarıdan yapılan saldırılar.

Bütün bu nedenlerle Kanada’ya gidip milliyetçi kafa konforumu değiştirip dünyayı anlamaya çalışan bir liberal görüş edindiğim için “pişmanım”. Çünkü hem dünyayı anlamak, gidişatı okumak için tonlarca külfete giriyor, farklı görüşleri okumak için ekstra çaba sarf ediyorum hem de yukarıda saydığım konfor zorunda yaşayan milyonlarca adamın hakareti ve küfürleriyle uğraşmak zorunda kalıyorum…


İkinci pişmanlığım AKP ile ilgili.
Keşke kuruluşundan bu yana AKP’yi “desteklemeseydim”. Diğer çoğunluk merkez medya yazarları gibi 2007 seçimleri ve Ergenekon davalarına kadar AKP’lileri “hor görseydim”. Keşke Erdoğan’a “Tayyip” diye hitap edip onu küçümseseydim. Keşke Emine Erdoğan, Hayrünnisa Gül hanımefendinin başörtüleri ile “alay etseydim”. “Başörtülüler Çankaya’ya çıkamaz” diye Cumhuriyet mitinglerinde halaycı başı olsaydım. Televizyonlara çıkıp başörtüsüyle “alay” etseydim.
“Ne kadar da geri kalmış insanlar söze besmele ile başlıyorlar” diye konuşup dindarları aşağılasaydım. Keşke 27 Nisan muhtırasında AKP’yi değil orduyu destekleseydim. “28 Şubat bin yıl sürecek” diyenlerle işbirliği yapıp AKP’nin kapatma davasına delil üretseydim. 411 El’i kaosa kaldırsaydım örneğin. Danıştay için 11 Eylül yaklaşımları yapıp yazılar yazsaydım. Başörtülü kızlar için ağza alınmadık küfürler etseydim. Keşke 27 Nisan muhtırası için “ordu rayından çıkan treni rayına yeniden oturttu. ‘Ordu bildiri yayınladı diye ekonomi bozulur’ diyenler yanıltıyor. Ekonomiye hiç bir şey olmaz. Ordu doğrusunu yapmıştır” gibi şeyler yazsaydım.

Sonra AKP yüzde 47 oyla yeniden seçilince ve Ergenekon soruşturmaları başlayıp askerlerin gücü kırılınca, keskin bir “u dönüşü” yapardım. Kafama jöle sürer, Allah peygamber vurgulu kelimeler kullanmaya özen gösterirdim. Düne kadar hakaret edilen başörtülü hanımefendilere serenatlar ederdim.

AKP’li medya yöneticileri aşağılık komplekslerini bastırmak için ya da beni doğru yola kazandırmak, hidayete ermememi sağlamak için çevremde pervane olurdu. Başbakan’ın uçağında ağırlanır ilden ile konferanslar vermek için davetler alırdım. Köşklerde baş konuk olurdum. Hakaret ettiğim insanlar tekmil vermek için sıraya geçerdi. Gelsin büyük gazetelerde köşe yazıları, makam, itibar, caka, fiyaka, hava, kibir, küçük dağları ben yarattım havası, televizyonlarda birden çok programlar, katlar yatlar…

Bir dostuma yukarıda yazdıklarımı anlatıp, “doğruyu söyleme, haklıyı savunma uğruna çile bülbülüm çile” diye sitem edeyim dedim “Hicvediyorsun biliyorum ama AKP değil, Allah pişman etmesin” dedi. Galiba hiciv için olsun “pişman” olma lüksüm bile yok benim..


[email protected]

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...