Yorgun ve uykusuzdu. Zaman zaman, göz kapaklarının istemese de düştüğü oluyordu. Ayaklarını ileriye uzattı, belini düzeltti ve başını sağa çevirerek en azında bir kaç dakika da olsa dinlenmek için pozisyon aldı. İçi geçmişti. Dışarıda kızgınlığını kaybetmiş bir güz güneşi, havayı ısıtıyordu. Kendi kendine, “Binanın dışına çıkıp dolaşmak için ne güzel bir gün” diye düşünürken, uyuyup kalmıştı.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama özel kalem müdürünün kısık sesle uyarmasıyla gözlerini açtı. “Efendim, beklediğiniz misafir gelmek üzere. Gelmeden önce bildirmemi istemiştiniz” dedi. “Tamam, ben hemen hazırlanıp geliyorum” dedi. Makam odasındaki tuvalete geçti. Elini, yüzünü yıkadı. Bağadan yapılmış tarağını çıkartıp saçlarını taradı, kravatını düzeltti. Biraz önce, sandalyede otururken çıkartmış olduğu ceketini giydi ve bu önemli misafirini karşılamak için makam odasından çıktı.

Özel kalemi, koruma polisleri, danışmanlar velhasıl çevresindeki herkes şaşkınlık içindeydi. Kimse gelen misafire niye bu kadar önem verildiğini anlayamamıştı. “Beyefendi”, hemen hemen hiç kimseyi karşılamak için “Makam”ın dış kapısına kadar gitmemişti. Kaldı ki, şimdi gelişine büyük önem atfedilen misafir daha önce, Makam’ı defalarca ziyaret etmiş, “Beyefendi”yle defalarca başbaşa görüşmüştü. Hiçbirisinde böylesi bir karşılama gerçekleşmemişti.

Beyefendi, mütebessim bir yüzle merdivenlerden iniyor, giriş kapısına doğru yürüyordu. Çevresinde yakın korumaları, görevliler hemen yerlerini almışlardı. Kapıya gelince durdu ve yanında bulunan özel kalem müdürüne sordu: “Neredeymiş?”. Müdür, telaşlı bir ses tonuyla “Birkaç dakika içinde burada olacak Efendim” diye cevap vermişti. “İyi öyleyse, içeride bekleyelim. Şimdi dışarıya çıksak, gazeteciler fotoğrafımızı çeker. İçeride karşılamak daha güzel olacak” dedi.

O, bu sözleri sarfederken, koyu renkli Audi’nin klasik modellerinden bir otomobil giriş kapısının önünde belirmişti. Konuğu, korumaların açtığı kapıdan dışarıya çıkarken, kendisi de giriş kapısına doğru ilerledi. Misafiri hızlı adımlarla merdivenleri çıkmış, kapı açılmıştı. Gülerek, kollarını açtı ve “Ali kardeşim, hoş geldin” diyerek sarıldı.

Başbakan Muktedir Yılmaz’ın bu kadar önem verdiği ve kısa ziyareti için titizlendiği kişi Hayat’ın genel yayın yönetmeni Ali Ürgüplü’ydü. Ürgüplü, Yılmaz’ın basında en sevdiği kişiler arasında yer alıyordu. Sözünü sakınmayan, mert bir kişiliği vardı. Hiç kimsenin, hatta kendisinin karşısında bile eğilmez, dik dururdu. Ancak hiçbir zaman saygısızlık da yapmazdı. Bu durum da Yılmaz’ın çok hoşuna giderdi. “Evet, efendim. Aman, efendim” demeyi bilmezdi. Bu yüzden, yanındaki isimlere kaç defa Ürgüplü’yü örnek göstermiş, “Çevremde bir tane böyle adam yok. Hepiniz, basındakilerde dahil bir şeyler kapmanın peşindesiniz. Başımıza bir şey gelse yanımızda bir avuç insan kalmaz” demişti.

Yılmaz, kapıda karşıladığı Ürgüplü’ye sarıldıktan sonra elini bırakmamış, Makam odasına kadar böyle yürümüşlerdi. Bu ziyarete partinin ileri gelen isimlerini de davet etmiş, ancak onlara, başbaşa görüştükten bir süre sonra, içeri girmeleri için mesaj göndereceğini söylemişti. Yılma, hal hatır sorduktan sonra, büyük bir mutluluk ve tebessümle ve “Ali Bey, Efendi Hazretleri’ne kalbi hürmet ve şükranlarımı iletin. Onun büyük desteği ve gayreti olmasaydı, bu referandumdan başarılı çıkma ihtimalimiz olmazdı. Efendi Hazretleri’nin de, Cemaat’in de ne kadar çok çalıştığını gayet iyi biliyorum. Bu konunun bizatihi şahidiyim. Partili arkadaşlarımızdan çok daha fazla çalıştınız, gayret ettiniz. Teşekkür ederim” diye söze başlamış, sonucun hem ülke hem de partisi için ne kadar yararlı olduğunu anlatmıştı. Referandumda elde edilen başarıyı çok önemsiyordu. Bu sayede Ötüken’e karşı açılan savaş tamamlanacak, iş sonuçlandırılacak, yargıda varolan Ötüken yanlıları tek tek temizlenecek, özellikle üst yargı bu çetenin aracı olmaktan çıkartılacaktı. Büyük risk almıştı ama doğrusu aldığı riske de değmişti. Birara kendisi de, yakın çevresi de referandumu kaybedeceklerini düşünmüşler, moralleri bozulmuştu. İşte tam bu sırada Efendi Hazretleri’nin açıklaması imdatlarına yetişmiş, “Evet” diyenlerle “Hayır” diyenler arasında fark hızlı bir şekilde açılmaya başlamıştı. Konuşma bu çerçevede sürüp gidiyordu.

Ürgüplü ise şaşkındı. 5 Eylül Referandumu’nda alınan sonuçtan Başbakan Yılmaz’ın çok mutlu olduğunu biliyordu ama bu kadar mültefit olacağını hiç tahmin etmemişti. Nobranlığı dillere destan Yılmaz’ın bir kişiyi, hele hele bir gazeteciyi Başbakanlık’ın giriş kapısında karşıladığı vâki değildi. Bu karşılamanın sembolik bir anlamı vardı. Yılmaz, başında bulunduğu gazeteye ve o gazeteyi sonuna kadar sahiplenen Cemaat’e saygı ve sevgisini, kendisi üzerinden gösteriyordu. Ürgüplü, zihnini bu düşüncelerle meşgul ederken, Yılmaz konuşmaya, olan bitenin ülke tarihi için ne kadar önemli olduğunu söylemeye devam ediyordu.

Bu arada ikramlar başlamış, içeceklerle birlikte hepsi birbirinden güzel yiyecekler sehpanın üzerine yerleştirilmişti. Yılmaz’la defalarca görüşmüştü ama ilk defa böylesi izzet-i ikballe karşılanıyordu. Gözü hurmalara takıldı. Yılmaz, Ürgüplü’nün bir an hurmalara baktığını görünce, gümüş tabağı eline almış, bizatihi kendisi ikram etmişti. “Hurmaları Suudi Arabistan Kralı gönderdi. Özel üretimmiş. Ben de ona Ağustos başında, İzmir’in meşhur Bardacık incirinden göndermiştim. Bu hurmaların tadı, aroması farklıymış. Tadan arkadaşlar öyle söylediler. Ben de senin geleceğini bildiğim için ayırdım, birlikte tadarız diye düşündüm” demişti. Ürgüplü, kızardığını hissetmişti.

Başbakan, her ne isterlerse, devlet kurumlarının emirlerinde olduğunu söylüyor, Cemaati yere göğe koyamıyordu. Bu iltifat yağmurunun ardından, partinin önemli isimlerine haber gönderdi. 7-8 kişilik ekip Makam’a birlikte girdiler. Hepsinin yüzünde güller açıyordu. İçeriye giren isimler tek tek Ali Ürgüplü’yle kucaklaştılar. Yılmaz da onların bu halini tebessümle izliyordu.

Ürgüplü toplantı bitip dışarıya çıktığında terlediğini hissetti. Başbakan ve partililer o kadar çok iltifat etmişlerdi ki, Ürgüplü, bir noktadan sonra utandığını farketmişti. Yılmaz, Ürgüplü’yü partinin önemli isimlerine göstererek, “Ali Bey’in bir dediği iki olmayacak. Sizden ne isterse, ben istemişim gibi yerine getireceksiniz” demişti. Ürgüplü, “Estağfirullah, efendim. Bizim bir talebimiz olmaz. Biliyorsunuz Efendi Hazretleri, “Size bir taleple gelen olursa o kişinin bizimle hiçbir ilgisi yoktur” demişti. Biz sizin çalışmalarınızın duacısıyız. Ülkemizin dirliğinin, düzeninin devamı için dua ediyor, çalışıyoruz” demişti. Yılmaz, bu sözlerden mutlu olduğunu gözleriyle hissettirmiş, minnet dolu gözlerle Ürgüplü’ye bakmıştı.

Ürgüplü, arabasına binmek istediğinde, aracın arka ve ön koltuğunda paketler görmüş, ne olduğunu anlamamıştı. Şoförü, “Efendim, siz toplantıdayken, Başbakan Yılmaz’ın özel kalem müdürü bu paketleri bıraktırdı. Size, Başbakan’ın özel hediyeleriymiş” dedi. Ürgüplü, kutulara şöyle bir bakmış, bu işten hoşlanmamıştı. Ancak hediyeleri iade etmesi büyük nezaketsizlik olurdu. Onun yerine yarın telefon açar, hediyeler için teşekkürünü bildirir, bir daha ziyarete gelirken, uygun bir hediye getirirdi.

Ürgüplü, gazetenin Ankara bürosunun yolunu tutarken, Başbakan Yılmaz da, keyifli bir biçimde Makam’ında partili arkadaşlarıyla sohbetini sürdürüyordu. Çaylar, meyve suları, bitki çaylarıyla devam eden sohbetin bir yerinden sonra Yılmaz ciddileşmiş, bundan sonra neler yapılması gerektiği konusunda konuşma ihtiyacı hissetmişti. Ancak ondan önce arkadaşlarına bir hatırlatmada bulunması gerekiyordu: “Biraz önce gördünüz. Ali Bey’le çok samimi bir görüşme yaptık. Ürgüplü kıymetli bir kardeşimizdir. Ehl-i kıbledir, merttir, yiğittir, dürüsttür. Allah şahit bugüne kadar bana tek bir taleple gelmemiştir. Bu anlamda takdir ederim. Ancak partimizden değildir. Sadakati asla bize olmaz” demiş ve burada durmuştu. Aslında “bana olmaz” demek istiyordu ama bunu söylemenin şimdi zamanı değil düşündü ve devam etti: “Hocalarının sözünden dışarıya çıkmazlar. O yüzden görüşmede söylediklerim, gönül alma bâbındandır. Dikkat edin demişti.”

Biraz önce espriler yapan, gülen adam gitmiş yerine gayet ciddi konuşan, hemen herkesin televizyonlarda izlediği, bildiği Yılmaz gelmişti. “Bizim Cemaate karşı asli duruşumuz, Bakanlar Kurulu’nda, daha önce söylediğim gibidir. Hiçbir kamu görevine ayyaş, Ülkücü ve Cemaatçi almayacaksınız. Bu üç grup içinde en tehlikelisi Cemaatçilerdir. Bunlar girdikleri yerden bir daha söküp atılamazlar. Bizim kardeşlerimiz mi? Evet kardeşlerimizdir. Ama her konuda bizimle birlikte hareket etmezler. Kendi menfaatleri neyi gerektiriyorsa onu yaparlar. O yüzden bu konuda sizi uyarıyorum, bilmiş olun” demişti. Yılmaz, konuşuyor, konuştukça da açılıyordu: “Biz bu insanlara karşı akrep gibi olmalıyız. Kollarımızı açıp kucaklamalı ama kuyruğumuzu da her an batıracakmış gibi hazır tutmalıyız. Bizim için asli görev partimizi ayakta tutmak, başarılı kılmaktır. Bunlar bizi şimdi menfaatleri gereği desteklerler. Ama zamanında ben belediye başkanı olacağım dönemde bize oy vermediler. Gidip bana karşı Rahmi Yazıcı’yı desteklediler. Seçimi birkaç puanla kazandım. Sonra biliyorsunuz, 2002’de partimize destek çıkmadılar. Hatta gazetelerinde, şimdi Cemaatin sözcüsü diye boy gösteren zat, “Git ANAP’ta siyaset yap. Senin parti kurmak neyine” diye yazılar yazdı. Ne zaman ki biz iktidara geldik, ondan sonra bize yanaştılar.

Politikacı, siyasetçi tüccar gibi olmalıdır. Her zaman kâr-zarar hesabı yapacak, ona göre hareket edeceğiz. Şimdi işimize böyle geliyor, bunlarla birlikte hareket ediyoruz. Ama bu iş değişebilir. Sadece partimize, partimizin çekirdek kadrolarına tam anlamıyla itimat edebiliriz. Partiye sadakati olmayana bizim de sadakatimiz olmaz, olamaz” diye devam ediyordu.

“Zaten ben öyle ağlayan, zırlayan isimlerden de hoşlanmam. Bunu zamanında Levent Ağabey’e de söyledim. Bakın kendisi de burada. 2002’de ziyaretlerine gidiyordu. Ben, gitme, karı gibi ağlamaktan başka bir şey yapmazlar” dedim mi? Bakın Levent Ağabey burada” diyerek Bayram’ı işaret etmişti. Bayram başını sallayarak, Yılmaz’ı doğrulamıştı. Kendisi o dönemde bütün İslamcı grupları dolaşıyor, gönülleri alıyordu. Birgün Efendi Hazretleri’nin grubuna da gitmesi gerekmişti. Yılmaz, bugün anlattığı sözleriyle tepki vermişti. Ancak bu konunun geçmişte kaldığını düşünüyordu. Fakat Yılmaz hiçbir şeyi unutmamış, Cemaat alerjisi yine gün yüzüne çıkmıştı.

“Haaa. Bize iyilikleri dokunmadı mı? Tabii ki dokundu. Şimdi haklarını yemeyelim. Ama biz olmasaydık, askerler onların da işini bitirirdi. O yüzden, size net olarak söylüyorum. Kesinlikle benim haberim olmadan hiçbir Cemaatçiyi işe almayacaksınız. Ali, daha önce söylediğim gibi mert adamdır, dürüsttür. Sizden bir şey isteyeceğini zannetmiyorum ama velev ki isterse benden haber beklemeniz gerekir” demiş, sonra da ayağa kalkıp, tuvalete yönelmişti. Misafirler, bunun kendilerinin de kalkması gerektiğinin bir işareti olarak gördüler ve Yılmaz’la vedalaşarak çıktılar.

Yılmaz, namaz için abdest alacaktı. Sonrasında ise ikindi namazını kılacaktı. Akşam için resmi bir programı yoktu ama eve gitmek istemiyordu. Hanımefendi’ye haber vermelerini söyleyecekti. Ama önce yapması gereken bir görüşme daha vardı. Bu düşüncelerle lavaboya yöneldi. Abdest aldıktan sonra, ipek seccadesini serdi ve cebinden takkesini çıkartarak namaza durdu. İbadetini bitirip, selam verdiğinde “sır küpüm” dediği danışmanının odasında olduğunu farketti. “Hoşgeldin, Cahit” diye seslendi. Cahit de, “Hoşbulduk başkanım” diye cevapladı ve elini öpmek için uzandı. “Dur, yahu. Bizbizeyiz, bu tür şeylere gerek yok” dedi.

Çevresindekilerin “Başkanım” demeleri hoşuna gidiyordu. Bu sözü ilk defa Beyoğlu İlçe Başkanlığı yaparken işitmişti. Sonrasında partisinin İstanbul İl Başkanlığı, Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevlerinde de çalışma arkadaşları ve partililer, kendisine “Başkanım” demeye başlamışlardı. O bunu, Türkiye’nin başkanlığına yürüyüşü için bir adım sayıyor ve bu sözcüğü çok sevdiğini yakınlarından da saklamıyordu. Binbir badireyi aşıp bu günlere gelmişti. Şimdi referandumla iktidarını perçinleme imkânı bulmuştu. Bunu sonuna kadar değerlendirecek ve idealindeki sistemi Türkiye’ye kabul ettirecekti.

Bir an misafirini unutmuş, kendi düşüncelerine dalmıştı. Cahit’e ayıp olmuştu ama O, kendisini tanıyan, bütün sırlarına vakıf olan yegane kişi, can dostu ve arkadaşıydı. Dalmasındaki manayı, hikmeti anlamıştı. “Cahit, nasılsın? Bugün neler yaptın” diye sormuş, sonra da esas konuya gelmişti: “İhsan Çiçek’le görüşecek, askerlerin referandum sonuçlarını nasıl değerlendireceklerini öğrenecektin. Sonuçlar için ne demişler? Gerçi Genelkurmay Başkanı arayıp, tebrik etti ama biliyorsun ikiyüzlü, şerefsizin tekidir. Yüzümüze gülüp, arkamızdan iş çevirir pezevenk” demişti.

Küfürlü konuşmaktan zevk alır, kelimelerinin arasına küfürler yerleştirirdi. Bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları bunu çok iyi bilirler ancak halkın önünde, ağzından küfür kaçırmamasına hayret ederlerdi. Aslında zaman zaman kendisi de, kendisine hayret eder, şaşırırdı. Ancak bunu aşmanın yolunu zor da olsa bulmuştu.

Artık içinde iki kişi olduğunu düşünüyordu. Tek bir bedeni vardı ama çift ruhu, çift kişiliği olduğuna inanıyordu. Biraz önce Ali Ürgüplü’yle can ciğer kuzu sarmasıydı ama aslında Cemaati hakkında son derece olumsuz düşünüyordu. Bunu ustalıkla gizlediğini, karşısındakinin bunu asla farketmediğini biliyor, hissediyor ve bununla mutlu oluyordu. Halkın karşısına çıktığında da söylediği her kelimeyi inanarak sarfediyor, karşısındakileri de inandırıyordu. Ama yakınlarıyla bir arada olduğunda bambaşka bir kişi olduğunu farkediyor bundan zevk alıyor, insanların ne kadar ahmak olduğunu düşünüp, zaman zaman bu durumla eğleniyor, kendi kendine gülüyordu. Hatta bir defasında, kendi kendine gülerken, karısı tarafından yakalanmıştı. Karısı, yüzüne tuhaf tuhaf bakmış, kendisi de bu bakışlara cevap vermek zorunda kalmış ve bundan hiç hoşlanmamıştı. Yine dalıp gitmiş, Cahid’i unutmuştu.

“Efendim, tabii ki çıkan sonuçtan çok mutlu olmamışlar. Türkiye’de yeni bir güç dengesi oluştuğunun farkındalar. Ancak pazarlığa açıklarmış. İhsan, rahatlıkla bizimle masaya oturabileceklerini, belirli koşullar içinde anlaşabileceğimizi söyledi. Hatta İhsan’a bu koşulların bazılarını söylemişler. İhsan’ın düşüncesi askerlerin bizden verilemeyecek tavizler istemeyecekleri yönünde.”

“İhsan böyle söylüyorsa doğrudur. İçimizde askerleri en iyi tanıyan bir kaç kişiden birisidir. Askerler de onu çok seviyor, sohbetini, fikirlerini değerli buluyorlar. İhsan’ı ara gidip yüzyüze görüşelim. Ancak bu görüşme ortalık yerde olmaz. Biliyorsun her yeri dinliyorlar, takip ediyorlar. Otelde buluşalım, beni odada beklesin, akşam yemeğini de orada yiyelim. Arabayı da hazırlasınlar, sivil araçla çıkalım. Resmi araç konuta gitsin. Basın, içinde olduğumu düşünür, biz de rahat rahat görüşmemizi yaparız. Eve geçerken resmi aracı çağırırız” demişti.

Cahit bir kaç dakika sonra yanına döndü: “Başkanım! İhsan hazır, bizi bekliyor” dedi. Cahit’in kullandığı arabaya binen Yılmaz, referandumdan sonra yapacağı bu görüşmenin son derece önemli olduğunun farkındaydı. Askerlerden ne tür bir sinyal geleceğini merak ediyor, buna göre plan hazırlaması gerektiğini düşünüyordu. Bu fikirlerle yola çıkmışlar, Çankaya istikametine doğru İlerliyorlardı…

*Bu yazıda anlatınlanların tamamı kurgudur ve hiçbirisi Türkiye’de yaşanmamıştır!