İki meslektaşımla birlikte Başbakan’a hakaret iddiasıyla ertelenmiş hapis cezası aldığımı duymuş olanlarınız vardır.

Tüm dava temelsiz olsa da benim vakam başkasının tweetimin altına yazdığı yorumdan dolayı ‘zincirleme’ suç işlediğimi iddia ettiği için daha da akıl almazdı. Benim eleştirim ise sadece şundan ibaretti: “Demokrat bir akademisyen sandığımız Davutoğlu, yolsuzlukları örten hükümetin basın özgürlüğünü yok eden başbakanı olarak tarihe geçti. Bravo.” Aslında sadece eleştirilerimizden dolayı dava baskısı altında kalmak bile yeterince büyük bir insan hakkı ihlali, ama başkasının yorumunun bana mal edilmesi tamamen kabul edilemez olduğundan bu davayı geçen hafta Anayasa Mahkemesi’ne taşıdık.

Alt mahkemenin güçlüden yana aldığı ve gerekçesini açıklayamadığı karar, hukukun ayaklar altına alındığını gösterse de tüm hukuki yolları tüketmekten başka çare yok. Yoksa adalet bakanının itiraf ettiği gibi çoğunluğun hukuka güvenmediği bir ülkede yaşıyoruz. Şartlar böyleyken cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla beni bekleyen bir dava daha var. Davaya konu olan ‘Hakperest okura mektup’ yazıma tekrar baktığımda neyin hakaret sayıldığını anlamakta zorlanıyorum. Tek yaptığım Cumhurbaşkanı’nın kendi sözlerinden alıntılarla onun darbe argümanlarını çürütmekti. Herhalde yazıda yolsuzluk kelimesi ile birlikte anılmak sarayı rahatsız etti. Niyetim bana açılan davalarla başınızı ağrıtmak değil. Zira Türkiye’de gazetecilere açılan davalar bir istisna değil, adeta rutin haline geldi. Anlatmaya çalıştığım ifade özgürlüğüne iyice tehdit haline gelmiş olan bu hakaret davaları trendinin kazandığı yeni boyut.

Gündemi takip eden ortalama vatandaşın fark edeceği üzere bugün Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a hakaret davaları adeta olağan haber. Bu iki isim tarafından dava edilmemiş eleştirel gazeteci neredeyse kalmadı. Artık sade vatandaşlar da bu davalardan nasibini alıyor. Bazen bakanlar da dava kampanyasına dahil olup gazetecileri mahkemeye veriyor. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Lingens’e karşı Avusturya kararında belirttiği üzere, politikacıların eleştirilere karşı tahammülü sade vatandaşa karşı daha yüksek olmak zorunda. Bizde ise mahkemeler tam tersi varsayımla karar veriyor. Önceden yolsuzluktan bahsetmek hakaret sayılırken artık en ufak demokratik eleştiri bile hakaret sayılıyor.

Cumhurbaşkanı tarafından neden dava edildiğini anlayamayan Taraf yazarı Murat Belge’nin dediği gibi artık sözlüklerde hakaretin tanımı neredeyse “Erdoğan’ın hoşlanmadığı sözcükler” olarak yapılır hale gelecek.

Peki hukukçular ya da hakaret davası açan politikacıların avukatları neyin eleştiri neyin hakaret olduğunu ayıramıyor mu? Bal gibi ayırabiliyorlar. Ne var ki, Türkiye’nin mevcut iklimi hakaret davalarının sopa gibi eleştirenlerin sırtından eksik edilmemesine meydan veriyor. Korkutma, sindirme, susturma mesajı gazetecilere ve bazen sade vatandaşa açılan davalarla tüm topluma gönderiliyor. Eleştirmeye cüret edersen bak başına neler gelir korkusu başarıyla topluma yayılıyor. Bir diğer deyişle, toplumda bazılarına bir “dokunulmazlık” zırhı kazandırılıyor.

Peki buna rağmen bu eleştirileri nasıl yapabiliyoruz? Bu tarz korkutmaların bir otosansüre sebep olmadığını söyleyemeyiz. Genel “neme lazım” atmosferi herkesi etkiliyor, ama buna rağmen bir nebze eleştiri yapabilenler de çeşitli formlardaki cezayı göze alarak bunu yapıyor. Bu cezalar reklam verene baskıdan, sosyal medyada linç girişimine, itibarsızlaştırmadan hapis cezasına kadar uzanıyor.

Türkiye’de ifade özgürlüğünün bedeli, “dokunulmazlar”ın baskısı altında gitgide daha yüksek hale geliyor.

Kaynak: Sevgi Akarçeşme – Zaman