Yeni Hayatın yeni yazarlarından Semiha Topal bugün ilginç bir dindarlık yazısı yazdı. Nitel ve nicel dindarlık konusunu ele alan Topal’ın ufuk açıcı yazısı şu şekilde:
Ramazan ayına bu sene de veda ederken birileri elinde hesap makinesiyle sevap puanlarını ölçmekle meşguldü. İnternette gördüğüm çeşitli paylaşımlar toplumumuzda yaygın olan dindarlık anlayışının nitel değil de nicel olduğuna dair kanaatimi bir kez daha güçlendirdi.

Bu paylaşımlardan bir tanesinde şu formüle yer verilmişti:

teravih + yatsı = 33 rekat

Kadir Gecesi 1’e 30.000 sevap

33 x 30.000 = 990.000 sevap

cemaatle kılınan namaz 27 kat sevap

990.000 x 27 = 26.730.000 sevap

Başka bir paylaşımda da şu sözler vardı: “Hem Ramazan, hem Cuma, hem de Kadir Gecesi. Kurtarma sınavı gibi mübarek.”

Kulluğun bir imtihan olduğu herkesin genel kabulü zaten. Ancak kimileri bu kavramı fazlasıyla direkt algılayarak, her ne şekilde olursa olsun o sınavı geçmek anlayışına kapılıyor ve dindarlığı Cehennem’den kurtulup Cennet’e girme eksenine kilitliyor. Hayatın kendisinin kişinin önüne konulan sınavları geçmesi üzerine kurulduğu bir düzene alışkın olan insanlar, kulluk sınavını da benzer bir tarzda algılıyor ve o sınavı geçmek için başkalarının hakkını yemek ve kopya çekmek dâhil her türlü taktiği de mubah görmeye başlıyor. “O Cennet kapısından önce ben geçeceğim!” diyerek yarışa birlikte başladığı rakiplerini bir bir ekarte eden, kimine çelme takan, kiminin önüne dikenler atan, bu arada gücü kendi elinde toplayacak araçlarla doping yapan dindarlarla karşı karşıyayız bugün.

Dindarlık tam olarak neye tekabül ediyor?

Türkçe’de ‘dindarlık’ kelimesini tam olarak neye karşılık kullandığımız belli değil tam olarak. Mütedeyyin, takva sahibi, muhafazakâr, Müslüman gibi sıfatlarla kimi zaman eş anlamlı olarak kullandığımız dindar kelimesi esasen dinin gerektirdiği eylemleri yerine getiren insanları diğerlerinden ayırmak için kullanılıyor. Yani dindar kelimesinin zıt anlamlısı seküler, laik, ya da ehli dünya kelimeleriyle karşılanıyor. Dindarı dindar olmayandan ayırma yöntemi ise doğrudan sayılabilir eylemlere dayanıyor. Türkiye’de din sosyolojisi alanında yapılan araştırmaların neredeyse tamamının nicel olması, insanların günde kaç rekat namaz kıldığı, kaç gün oruç tuttuğu, kaç sayfa Kur’an okuduğu vs üzerinden yapılan istatistiklerden oluşması bizde ‘nicel dindarlığın’ hâkim anlayış olduğunu gösteriyor.

Nicel dindarlıkta her şey bir günah-sevap çizelgesi üzerinden hesaplanıyor ve karşımıza yukarıda örneklerini verdiğim matematiksel hesaplar çıkarılıyor devamlı olarak. Bu kişilere dindarlık nedir diye sorsanız, verecekleri cevap ‘sevapları toplamak, günahlardan kaçınmak’ olacaktır. Hatta bu formülde günahlardan kaçınmak sevap kazanmaktan önce gelecektir, çünkü kişi günaha girmediğinde otomatik olarak sınavı geçecek ve Cehennem’den kurtulacaktır. Örneğin zina yapmak günah, evlenmek sevaptır. Kişi zina işlemediğinde günahtan kaçınmış olacak, hiç evlenmese bile bekâretini korumuş olmakla yine artı puan kazanacaktır.

Soruyu cevaplarken sorunun kendisi olmak

Dini ve dindarlığı bir tür Cennet’e Giriş Sınavı olarak gören bu yaklaşım ibadetlere, günlük aktivitelere, düşünce ve hislere sayısal değerler atfederek bir puan cetveli oluşturuyor; ancak herkesin bu sınava maruz kaldığı unutularak toplumun belli kesimleri, soruları cevaplayan değil de ‘fitne’ adı altında sorunun kendisi olarak değerlendiriliyor.

Kadını bizatihi kendi sınavında eksi puan faktörü olarak gören erkekler, sevap kazandıran ibadetleri dizayn ederken kadınların kulluk ihtiyaçlarını göz ardı ederek kendi dindarlıklarını birinci plana koyuyor. Bu matematiksel hesaba göre cemaatle namaz kılmak 27 kat fazla sevap ama kadınlara caminin minberden en uzak yerinde ‘lütfen’ yer veriliyor. Cemaatle kılınan teravih namazlarında erkekler coşkuyla salâvat getirirken kadınlar seslerini içine atıyor. Erkekler günaha girmesin diye kadınlar cemaatle kılınan bayram namazı, cenaze namazı ve Cuma namazından da dışlanıyor.

İlim öğrenmeye kat kat sevap biçilmişken mahremi olmayan erkek bir âlimin rahle-i tedrisinde kendilerine yer bulamıyor. Erkeklere sesini duyurmaları haram kabul edildiği için tebliğ ve irşadı sadece kadınlara yapabiliyor. Dahası, bedenlerinin biyolojik bir fonksiyonu nedeniyle her ay bir hafta boyunca namaz kılamıyor, Kur’an okuyamıyor ve oruç da tutamıyorlar. Yani nicel dindarlıkta sayısal olarak erkekleri yakalamaları imkânsız görünüyor.

Nicel dindarlığın erkekleri kadınlardan önde tuttuğunun en önemli delili olarak kadınların tek başlarına hacca gitmelerine izin verilmeyişini görüyorum. Kadınlara, yanlarında bir mahremi olmadan kimi rivayete göre üç günlük, kimi rivayete göre 90 kilometrelik yolculuktan fazlasının yasak olduğu hadisinden hareketle ortaya konulan bu içtihatın doğrudan nicel dindarlığın bir yansıması olduğunu düşünüyorum.

Gelenekçi ulema, kadınların yalnız başlarına seyahat etmesini günah olarak kabul ettiğinden, “Günahtan kaçınmak sevap işlemekten önce gelir.” diyerek bu sonuca varıyor. Hac ibadetine dair “Allah hac yolculuğu ve ritüellerinin kulunu nasıl dönüştürmesini murat ediyor? Hac ibadeti kulun Allah’a yaklaşması için ne ifade ediyor?” gibi sorular sorulmaksızın, bir asker edasıyla hac farizası yerine getiriliyor. Bu nedenle de kadınların mahremsiz olarak hacca gidip günaha girmesindense evlerinde oturup günahtan kaçınarak sevap kazanması daha doğru olarak kabul ediliyor.

Nitel dindarlık ve hac ibadeti

Dindarlığı sayılabilir eylemler üzerinden tanımlayan yaklaşımın aksine, Allah ile kul arasında bir intisap (bağ) olarak gören bir diğer anlayış da mümkün. Nitel dindarlık olarak adlandırabileceğim bu yaklaşımda dindarlık bir sonuçtan ziyade süreç olarak değerlendiriliyor. Yani, kişi ‘ben dindarım’ demek yerine ‘ben dindar olmak arzusundayım, bu yolun yolcusuyum’ demeli. Öyle ki bu anlayış, doğrudan tasavvufta belirtilen nefis terbiyesi ve kâmil insan olma hedefi ile ilişkili olduğu için hesap makinesine yazılamayan bir durumu anlatıyor bize. Sonuç, yani skor değil, süreç odaklı bu dindarlıkta eylemler günah ve sevap değerleri üzerinden değil, kişinin Allah ile bağını ne ölçüde güçlendirip güçlendirmediği üzerinden tasnif edilir.

Bu anlayışta da hayat bir imtihandır, ama sorular, soruların cevapları ve puanları kişiden kişiye değişir; bu nedenle de insanlar arasında bir dindarlık skalası ve hiyerarşisi oluşturmak mümkün değildir. “Kalbini yarıp da mı baktın?” sorusunda kristalleşen bu anlayış, herhangi bir zümrenin kişiyi Allah’a yaklaştıran ibadetler üzerinde tekel oluşturmasına izin vermez. Herkes kendi potansiyelini gerçekleştirmek hedefinde olduğu için diğer kullar onun rakibi değil yol arkadaşıdır.

Kişi başkalarını değil kendini geçmeye çalıştığı için de kendinden zayıf olanların hakkını yemez, kendi ibadetini başkalarınınkinden üstün görmez, başkalarına dindarlık bakımından üstünlük taslamak için gayrimeşru yollardan güç elde edip doping yapmaz. Dolayısıyla, toplumda nicel dindarlık yerine nitel dindarlık hâkim olursa din üzerinden yapılan istismar, ayrımcılık ve hak ihlallerinin de önüne geçilebilir diye düşünüyorum.