Ahmet Davutoğlu Dış İşleri Bakanlığı’na getirildiğinde “sıfır sorun” söylemi ile göreve başlamıştı. Türkiye, kimsenin birbiri ile konuşmadığı bir bölgede, herkesin konuşabildiği tek ülke konumuna gelmişti. İsrail – Suriye arasında arabulucuk yapmış, bölgede rol model İslam ülkesi olarak gösterilmeye başlanmıştı. Bugün AKP’yi yerden yere vuran bütün Batılı kurum ve kuruluşlar o zamanlar AKP’yi ayakta alkışlıyordu. İçte ve dışta demokrat, barışcıl ve medeni bir İslam ülkesi görünümü vardı. 2011 seçimlerinden %50 oy oranı ile yeniden güçlü bir şekilde iktidara gelmesi ve devam eden Arap Baharı hareketleri, saat gece onikiyi geçmiş ve büyü bozulmuş gibi bir anda herşeyi tersine çevirdi. “Sıfır sorun” olarak isimlendirilen tutarlı politikaların yerini hayalperest, maceracı, realiteden kopuk, tutarsız söylemler ve eylemler almaya başladı.
Libya’da halk ayaklandığında, NATO ülkesi olmasına rağmen “NATO’nun ne işi var orada” diyen dönemin başbakanı, bir ay sonra “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tescil için Libya’ya girmelidir” diyerek dönüş yaptı. Ancak bu dönüş yeterli olmadı ve Batı destekli Tobruk Hükümeti, Türk iş adamlarını Libya’dan kovdu. Libya’daki Arap Baharı hareketlenmelerine dahil olmakta geciktiğini düşünen dönemin hükümeti, Suriye’de erken davrandı. Bir zamanlar, dönemin başbakanının ailecek görüştüğü, aileler ile birlikte tatiller yaptığı “Esad”, birden “Esed”leşerek “diktatör, zalim, katil” oluverdi. Oysa Esad, birlikte ailecek tatil yaptığı dönemdeki Esad ile aynıydı. “Kardeşim Esad” dönemlerinde de Esad, “demokrat, özgürlükçü” biri değildi. Baba Hafız Esad’dan beri, Esad ailesinin ve Suriye’deki Baas rejiminin ne olduğu biliniyordu. Ancak, hilafet sevdasından başı dönmüş dönemin başbakanı, Esad’ın hemen devrileceğini ve Suriye halkının da kendisine biad edeceğini düşünüyordu. “Stratejik Derinlik” gibi hacimli bir kitabı yazan dönemin Dış İşleri Bakanı Davutoğlu, “Esad iki ayda gidecek” gibi bölge gerçeklerinden kopuk, hayalperest öngörülerde bulunuyordu. Kendisi gitti, Esad hala yerinde. Bugün, demokrasi tavsiyesinde bulunan devletlere “İç işlerimize karışmayın” diyenler dün, başka bir ülkenin başkenti için “Şam bizim iç işimizdir” diyordu. Esad’ı devirmek için rejim karşıtı gruplara silah yardımları yapıldı. İlim dünyasında saygın bir yeri olan, Suriyeli şehit alim Ramazan El Buti, “Suriye’de yumuşak dönüşüm” tavsiyesinde bulundu diye dönemin hükümet erkanı ve Türkiye İslamcıları tarafından linç edilmişti. Nihayetinde amacı ve hedefi belirsiz bir şekilde kendi askerimizi Suriye’ye soktuk ve 70 şehit verdik. Suriye ile ilişkilerin bozulmasına paralel olarak Irak ile de ilişkiler bozuldu. Türkiye’nin, bir dönem kurulmasını “kırmızı çizgisi” olarak gördüğü Kürdistan Özerk Yönetimi’ni desteklemesi ve sonrasındaki Başika krizi Irak ile ilişkileri de bitirdi. Sisi darbesi sonrası “ilkesel” duruş ile Mısır ilişkilerini de bitirdi. Daha sonra Suud aracılığı ile Suudi Arabistan’da Sisi ile görüşmesi, “ilkesel” dediği duruşun, birçok hareket tarzı gibi ilkesiz pragmatist bir tutum olduğunu gösterecekti.
Uzun bir dönem Reza Zarrab üzerinden dönen, İran’ın kara parasını rüşvet karşılığında aklama ilişkisi nedeni ile aramızın iyi olduğu, 2010’da Brezilya ile birlikte nükleer çalışmalarını savunduğumuz, zat-ı şahanelerinin El Cezire röportajında Humeyni’nin “La Sünniye La Şiiye” sözünü kullandığı, “İkinci evimiz” olarak nitelendirip, Hamaney’e “Rehber” dediği İran’la da, Suriye tutumumuz nedeni ile ilişkilerimizi bozduk.
Son olarak, Gazze ablukasını delmek için yola çıkmayı amaçlayan, İsrail’in “vururuz” tehditlerine ve İsrail’in dediğini yapacak kadar fanatik olduğunu bilmemize rağmen Mavi Marmara’ya izin verilmesi ve sonrasında yaşanan olaylar nedeni ile bir dönem Suriye ile arasını bulmaya çalıştığımız İsrail’le de ilişkiler bozuldu. Daha sonra İsrail ile anlaşıp, Mavi Marmara organizatörlerini “Bana mı sordunuz giderken” diye fırçalayarak, zat-ı şahaneleri ne kadar ilkesel bir duruşa sahip olduğunu bir kez daha gösterdi.
Ortadoğu’da herkesle kavgalı olmamız yetmemiş olacak ki, Avrupa’ya da sardık. ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda dağıttığı kalem, kalemtraş, silgi bile Alman malı iken Almanya’ya çatmak için resmen bahane arar olduk. Oscar verilecek bir senaryo ile Hollanda ile de ilişkilerimizi bozmayı başardık. AB ülkeleri ile ilişkilerimizi atma çabalarının arkasında Rusya’nın kanatları altında yer alabilme düşüncesi var. Çünkü boğazına kadar suça batmış mevcut hükümet yetkililerinin, Batı standardında demokratik bir ülkede hapishaneden başka gidecek yeri yok. Bunu bilen hükümet, “arabesk tarzı siyaset” ile mağduru oynayarak AB ile ilişkileri atmak ve Rusya, Çin, İran bloku gibi otoriter, despot bir ülke olmak istiyor. Zat-ı şahanelerinin ve ekibinin ilke, değer, kutsal gibi takıntıları olmadığı için ne gerekiyor ise yapmakta sorun görmeyeceklerdir.
Dış politikadaki geldiğimiz uçurumun sebebi olan “Esad’ı devirme aşkı”, Esad’ı kabullenmeye dönmüş durumda. Ancak hala Türkiye, “iki cami arasında beynamaz” konumunda.  Ayıdan post, Rus’dan dost olmayacağını biliyorlar. Şimdilik, 15 Temmuz sonrası Batı’ya karşı Rusya’ya sığınmış durumdalar. Ancak AB ile ilişkileri atınca zaten çökmüş ekonominin yerle bir olacağını da biliyorlar. Bu kararsızlık sonucu, uluslararası ilişkilerde “sıfır ilişki” noktasına doğru gidiyoruz. İktidarlarını uzatma cehdi ile ülkeyi yok oluşa sürüklüyorlar. Maalesef, gittiğimiz noktayı sadece hükümet destekçileri değil hep beraber yaşayacağız. Umarım, “millet-i merhume” bu ölüm uykusundan uyanır.