Günümüzde bu baskıların bir kısmı sorgulanmış ve aşılmaya çalışılmış olsa da, tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Kadınlar, gecikmiş haklarını elde etmek için mücadelesini sürdürürken, daha sessiz fakat giderek derinleşen başka bir krizle karşı karşıyayız: erkeklik krizi. Modern dünyada erkekler, “erkek olmanın” ne anlama geldiğine dair giderek daha fazla kafa karışıklığı yaşamaktadır. Erkeklik ya “toksik” olarak yaftalanmakta ya da güç, duyguların bastırılması ve ekonomik başarı gibi sığ kalıplara indirgenmektedir. Erkek çocuklarına “adam ol” deniyor; fakat sağlıklı bir duygusal yaşam, kimlik gelişimi ya da ilişkiler kurma konusunda rehberlik sunulmuyor.
Bu belirsizlik ortamında pek çok kişi dine yöneliyor—çoğu zaman başkaları üzerinde tahakküm kurmak için değil, anlam, köklenme ve denge arayışıyla. Özellikle İslam dininin baskıcı olduğu yönündeki yaygın kanının aksine, klasik dini gelenekler hem kadınlara hem de erkeklere nefes alabilecekleri, onurlu bir yaşam alanı sunmaktadır. İslam, her iki cinsiyet için de hak ve sorumlulukları tanımlarken; rekabetten ziyade karşılıklı saygı, denge ve insan onurunu esas alır.
İslam’ın ilk dönemlerinde kadınlar; âlim, tüccar ve manevi lider rollerinde toplumsal hayatta aktif biçimde yer almıştır. Aynı şekilde erkeklere de yalnızca maddi sağlayıcı ya da otorite figürü rollerinden öte, adalet, tevazu ve merhamet ilkelerine dayalı birer baba, eş ve toplum bireyi olma sorumluluğu verilmiştir. Bu geleneksel çerçeveler, modern yaşamın sürekli değişen beklentilerine karşı daha sağlam ve dengeli bir kimlik inşasına imkân tanır.
Tüketim odaklı kimliklerin, gösterişe dayalı başarı tanımlarının ve anlık beğeniler üzerinden kurulan değer sistemlerinin hakim olduğu günümüzde; klasik dini bakış açısının, insanı üretkenliğinden bağımsız olarak değerli görmesi, neredeyse devrimci bir duruş olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlayış, erkeklere kırılgan olma, kadınlara ise güçlü olma hakkı tanır—her iki cinsiyeti de modernliğin sürekli değişen kalıplarına uymaya zorlamaz.
Toplumsal cinsiyet rollerini yalnızca dinleri suçlayan dar bir perspektiften değerlendirmek, asıl etkili olan kültürel, ekonomik ve ideolojik yapıları gözden kaçırmak olur. Bugün asıl sormamız gereken soru, “din baskıcı mı?” değil; “ilerleme iddiasındaki toplumlarımız gerçekten özgürleştirici mi?” sorusudur. Belki de çözüm, gelenekleri tamamen reddetmekte değil; insan onurunu ve dengeyi önceleyen yanlarını yeniden keşfetmekte yatmaktadır.
Yazar: Sena Atagül