Sürekli birilerini suçlayıp kötüleyenlerin neden böyle olduğunu hiç merak ettiniz mi? İşte bu yazı merak edenlere..
Artık günümüzde konu ne olursa olsun, yaşanan olaylarda karşıyı suçlayan ve bunu yaparken de kendilerine toz kondurmayan insanlara çokça rastlamak mümkün. Onlar, olumsuz da olsa vermeye mecbur kaldığı (!) tepki ve davranışlara açıklamalar getirirken bile karşı taraf üzerinden katı değerlendirmeye girerler, sürekli suçlarlar ve karşıya hep öfkelidirler.
İnsan tamamlanmak için vardır. Eğer bir birey ruhsal yönden de büyüyemezse, yetişkinlikte iç içe geçmiş sorunlarda patinaj yapar ve ilk önce kendi kendisine dert olur.
Toplumsal olarak disiplini =baskı, kuralları dayatma, özgürlüğü başına buyruk, uyumluluğu kendi istekleri, hak-hukuk arayışını muhalefetlik olarak anlayıp onayladıkça insan kalmak da zorlaşacaktır.
Bir bireyin suçlama ve haklı çıkma çabasını ele alırken, her sorunu ele aldığımızdaki gibi bunda da ‘’çocukluk ve aile mirası’’ demeden geçmek olmaz.
Kısaca şöyle izah edelim:
Çocukluk yıllarında ebeveynlerin şartlı sevgi dediğimiz ve bir beklenti karşılığı sevgiyi, iyi davranışı sunması çocukta hem çıkarı varsa iyi ve uyumlu olma, hem de kaybetme korkusunu yerleştirir.
‘’Akıllı durursan istediğini alırım, sözümü dinlersen seni severim, beni üzersen annen, baban olmam’’ gibi aynı zamanda tehdit içeren bir sürü şartlı sevgi cümleleri çocuğun iç dünyasına korkular saldığı için ciddi bir travmadır. Sevdiğini kaybetme korkusuna kapılan çocuk suçluluk duygusunun verdiği değersizlik hissiyle yani ‘’kötü çocuk’’ damgası eşliğinde panik, endişe içine düşer.
Bir çocuğun öğrenme şekli taklit ve tekrardır. Aileden gördüklerini önce taklit sonra da tekrarla bilinçaltı kayıtlarına aktaran bir çocuk ilginçtir ki, yetişkin olduğunda olaylar karşısında yine bilinçaltındaki o geçmiş kodlamaları kullanarak tepki verir.
Çocukluk (3-6 yaş) ve ergenlik yılları aslında benzer özellikleri taşır. İki dönem de insanın ruhsal sürecinde, kişilik- kimlik gelişiminde çok etkili ve önemlidir.
İstediğini yapmayan çocuğuna, bedensel-ruhsal her türlü şiddeti bir ebeveyn olarak kendinde hak gören yetişkinlerin ortak özellikleri, çocuklarını yakın çevreye kötülemek ve onun çocuksu masum hatalarını ulu orta etrafla paylaşarak çocuğunu utandırmaktır. Aile ve yakın çevre tarafından çocuğun hatalı davranışı değil şahsiyeti hedef alındığından dolayı çocuk güvensizlikle birlikte içinde bir öfke taşır. İlk darbeyi biricik anne babasından alan, utanan çocuk böylece kimseye güvenmemeyi de öz benliğine kaydeder. Böyle bir durumda güvenli bağlanma ve güvenli ayrışma denilen çocuğun bireyselliğe geçişi ile ilgili önemli süreç, tamamen güvensiz ve yaralı bir şekilde gerçekleşir.
Baskı ve tehditlerin disiplin olarak sunulduğu, kavga ve dayakların olduğu ortamlardaki çocuklar sürekli bir şeylerle suçlandıkları için açıklama yapmaya mecbur kalırlar. Her olayda davranışları değil, şahsiyetleri darbe alır. Aslında yaramazlık yapan olsa da bir çocuk kendini savunmaya, temize çıkmaya, ‘’kötü çocuk’’ olmadığının ispatına girer. Bu açıklamalar her defasında kızgın ve inanmayan bakışlar altında gerçekleştiği için bir süre sonra yalanlarla süslenip bir şekilde ‘kabul gören, değerli’ olmaya formülleri gündeme gelir.
Baskıcı ellerde psikolojik yönden hırpalanan bireyler, çocukluklarında maruz kaldığı onca suçlanmalara karşı sürekli savunmada kalarak yaşamanın acısını, yetişkinliğinde başka birilerini suçlayarak, baskılayarak, saldırarak aktifleştirir ve farkında olmadan öz kayıtlarını günceller.
Özelikle baba figüri ile kopuk veya sorunlu ilişkisi olan erkek çocuklarının yetişkinlikte narsistliğe adım adım giden bir süreci, etrafını ezmesi, eleştiri ve itirazlara karşı cezalandırma, çıkar ilişkisine bağlı diyalog, güvenmeme ve şüphecilik, baskıcı davranış ve bedel ödetme isteği çok belirgindir. Aslında bu kişiler son derece cesaretsiz ve endişeli, tedirgin insanlardır. Sadece emniyette olduklarını bildikleri, kendilerince güvenli olan ortamlarda aslan kesilirler. Ve bu sebeple onaylandıkları çevrede olmayı hep tercih ederler.
Başta da belirttiğim gibi çocukluk yıllarında bir yerdeki bağlantı kopukluğu, iç içe sorunları beraberinde getirir ve birbirini de tetikler. Sinyallere rağmen frene basılmayan davranışlar, bir süre sonra kişilik bozukluğu olarak bireye ‘’merhaba’’ der.
Bireyin çocuklukta maruz kaldığı olumsuzluklar yetişkinlikte saldırganlık, öfke, suçlama ve özellikle intikam hissi yaşamında kolayca yer bulur. Birey çocukluk yıllarında öz benliğine kaydettiği sevgisizlik, dışlanmışlık ve değersizlik ile yoğrulmuş iç dünyasının intikamını dış dünyadan merhametsizlik, duyarsızlık, mağdur etmek ve bedel ödetmek olarak alır.
İnsanoğlu hayatta kalmak için doğuştan ‘saldır veya kaç’ koduna sahiptir. İşte bu işlenmemiş doğal koruma mekanizması olayları anlama ve anlamlandırmada (frontal lob) ön beynini kullanma yetisine sahip değilse, yani olgunlaşmamış ise doğal olarak her durum bildirimini tehdit olarak algılayacak ve gelişmemiş davranış kalıpları sergileyecektir.
Olayları anlama, yorumlama yerine suçlama, saldırma yahut haklı çıkma çabasıyla yaşayan bireylerin olgunlaşması yani ruhsal büyümesi gerçekleşmemiştir. Normal olarak da verdiği tepkiler saldırganlık yahut suçlama olarak güncellenecektir. Çünkü öz kayıtlarına göre her farklılık bir tehdittir, birey için tehlikedir ve cezalandırılmalıdır.
Bu konuda taraf olma, taraftarlık psikolojini de es geçmek olmaz:
Futbol takımlarında, maçlarda daha çok rastladığımız taraftarlık, aslında bir gruba dahil olma istek ve ihtiyacındandır. Bu istek çoğu kişide kendinde olmayan ve olmasını istediği unsurları elde etmek adına, (maddi veya manevi) bir güç kazanma, önemli ve değerli olma, destek bulma anlamıyla karşılık bulur. Dahil olunan grup ile tam özdeşleşme vardır. Ve o gruba olan olumsuz bir yorumda/olayda sanki kişi bunu şahsına yapılmış bir saldırı gibi algılanıp tepkiler verir. Bu kişiler için grubunun tehlikeye düşmesi, kendinin de tehlikede olduğunu anlamını taşır.
İntahar bombacısından tutun, bireysel veya gruplar içindeki saldırganlara, her durumda birilerini suçlayanlara kadar olayları analiz etmekten aciz tüm anlamsız ve olumsuz davranış sergileyenler, henüz çocukluk yıllarında iken duygusal yönden yerle bir olmuş bireylerdir.
İnsanın bireysel yolculuğunun yarıda kalması dalga dalga toplumu da etkiler. Nesilden nesile aktarılan dengesiz ve hastalıklı davranış/düşünce kalıpları ciddi bir tehdit olarak karşımıza dikilmiştir.
Bu endişeli durumun en aza inmesi için her birey önce kendi üzerine düşeni yapmalıdır. Değişim denilen şey davranışla başlar. Farklı düşünceler farklı olduğu için acımasızca ağır bedeller ödedikçe insanlığımız sorgulanmaya mahkumdur. Önce birey olarak davranış bozukluklarımızdan rahatsız olmak, saldırganca tepki vermek yerine onaylanmasa bile dinlemek ve anlamak, kardeş olduğumuzu unutmamak gerek.