Türkiye demokrasi ve hukuk açısından tarihinin en ciddi türbülanslarından birisini yaşıyor. Söz konusu bu türbülansta hem devlet mekanizması hem de sosyoloji ağır tahrip almış durumda.
Sürecin devleti algılama biçimimiz açısından bize öğrettiği şey; aslında bu ülkede hasbel kader yaşadığımız ve bizlerin güvenliğini sağlayacak, demokrasiyi teminat altında tutacak ve hukuk normlarını tavizsiz hayata geçirecek bir devlet ciddiyetimizin olmadığının tartışılmaz bir biçimde ortaya çıkmış olması. En son Gültekin Avcı’nın ifadesine bile gerek görülmeden tutuklanması “devlet çıplak” gerçeği ile bizi karşı karşıya bıraktı.
İşin sosyolojik boyutu daha bir karışık.
- Dünya Savaşı’nın ardından psikolojik savaş taktiklerinin her türlüsüne maruz kalmış bir toplum olarak bugün gelinen noktada hala sürecin etkisini atamadığımız görülüyor. Kendi kimliklerimizi başkalarının kimliklerinin eleştirilmesi, biraz daha ileri gidecek olursak yok sayılması hatta yok edilmesi üzerine inşa etmiş durumdayız.
Bu ülkede Sünni, Alevi, Kürt, Türk, Komünist, Faşist, gerici ya da ilericiyiz. Ama bir türlü demokrat veya anti-demokrat değiliz. İnancımız ve kökenimiz ne olursa olsun “ötekinin” haklarının hukuk ve demokrasi düzleminde korunması için gerekli tavrı yeteri kadar gösteremiyoruz.
Vergi eksenli gelişmiş bir vatandaşlık bilincimiz yok. Aslında herkesin ortak olarak devletin kasasına koyduğu para ile yani herkesin parasından hizmet aldığımızı bir türlü aklımıza getirmiyoruz. Yürüdüğümüz yolda, bindiğimiz otobüste, okuduğumuz okulda, gittiğimiz hastanede bir Sünni’nin, bir Alevi’nin, bir Kürt’ün veya bir Türk’ün vergisinin olduğunu düşünmüyoruz. Enteresan bir biçimde karşımızdakinin her şeyini kendimizin bahşettiğine falan inanıp “lütûf psikolojisi”ne bürünüyoruz. Sonra lütufkâr seçkin adamlar oluyoruz. Sonra lütfettiklerimizin bir gün bize ihanet ettiğini düşünüp onları cezalandırmak istiyoruz.
Sonra rahmetimiz gazabımızı geçiyorsa eyvallah. Yok, eğer geçmiyorsa; inlerine falan girmek istiyoruz.