Zulmüne şikayetname yazmak bana düşmemeliydi. Neylersin ki Neron Roma’yı yakarken tarihe not düşmek Tacitus’a düştü.
Rabbin sana şöyle demişti:
“Sırf Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rab’lerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun takdirde zalimlerden olursun” (Enam, 52).
Ve sen üç kuruş için sabah akşam sana dua eden o insanları yanından kovdun ve zalimlerden oldun.
Ve bu yüzden “İşte biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına dost yaparız.(Enam 129)” hükmüne binaen dünkü zalimler bugünkü dostların oldu.
Artık faili meçhul cinayetler, anasız bıraktığın bebeklerin çığlığı, evlatsız bıraktığın babaların göz yaşı, kırkı çıkmadan hapislere tıktığın kadınların ahı sana düştü. Ve bu ahı arşa kadar duyurmak bana düştü…
İstemezdim arşa “ah” taşımayı; lakin, İbrahim yanarken ateşte, dili bağlı bir milletin yüreğine akıttığı göz yaşını taşıyan topal karınca olmak bana düştü…
Mamur-u mutlakım diyerek oturunca tahtı Süleyman’a, Hülagû Han olmak sana düştü…
İyilik ve güzellik adına ne varsa tarihe yazılan; tüm zamanları yakıp, kezzabu zaman olmak sana düştü…
Çocukların göz yaşında gördüm seni, anaların ahında buldum adını, dipsiz kuyularda bir çığlık, işkence odalarının duvarlarına saplanan bir zulümsün sen…
Tarih sayfalarında rastladım adına, Bağdat’ı yıkan Hulagû Han, Romayı yakan Neron, Şam’da Haccac-ı Zalim, Kudüs’te Calut, Moskova’da Stalin, Mısır’da Firavun’sun sen…
Ceylan’ın iri gözlerinde seyrettim karanlık çehreni; Ayşegül’ün doğmamış bebeğinin boğazını sıkarken ellerini, Hikmet’in anasız babasız yalnızlığında buldum ahvalini…
Sen Miray bebeğin bedeninde kurşun; sen yerin yedi kat altında zulüm soğuğu, sen Silivri’de gardiyan, domuz bağlarının zebanisi; darağaçlarının yağlı urganı…
Sen komplolar ülkesinin Şahı, sen felaket mevsimlerinde yangın; viranelerin baykuşu, karanlık gecelerin kabusu…
Göklere ahhhh taşımak istemezdim, rahmete isyan; lakin, yarılıp gök yüzünün ölüm sessizliğinin üstüne, kıyamet yağdırmasını bekleyemem.
Ve fakat, dili bağlı kalbimin, bundan çok bizarım. “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?” (A’râf 155 )
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
Yandık diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında,
Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!
Câni geziyor dipdiri… Can vermede mâsûm!
Suç başkasınındır da niçin başkası muhkûm?
Lâ yüs’ele binlerce sual olmasa du kurbân;
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!
Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın…
Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı senâatle kovulmuş vatanından,
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!”