Devletlerin tarihinde çok korkunç, çok kanlı, dehşet verici sahneler boldur, neredeyse her devletin tarihinde vardır bunlar ama insanda sanki derisinin üzerinde salyangoz yürüyormuş duygusu uyandıran kaygan sahnelere çok da fazla rastlanmaz.
Benim için böyle sahnelerin en tipik örneği Enver Paşa’dır.
Sadrazam Said Halim Paşa’nın yalısındaki kabine toplantısına biraz geç gelen Enver, yüzünde gülücüklerle hükümet üyelerine aynen şöyle der:
“Bir çocuğunuz oldu beyler.”
Osmanlı kabinesi, tarihin en büyük imparatorluklarından birinin “cihan savaşına” katıldığını bu sözlerle öğrenir.
Almanlarla anlaşan Enver tek başına imparatorluğu savaşa sokmuş, “müjdeyi” de hükümet üyelerine bu garip sözlerle vermiştir.
Enver Paşa’nın savaşa girdikleri için böylesine sevinçli olmasının birçok nedeni olabilir ama en önemlisi, her istediklerinde devletin yönetimini ele geçirebilen ama devleti asla yönetemeyen İttihatçıların her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırdıktan sonra “çıkış” yolu olarak sadece savaşı görmeleridir.
O “çıkışın” nereye çıktığını biliyoruz.
Milyonlarca insan öldü, imparatorluk paramparça oldu, o “müjdeyi” veren Enver Paşa binlerce kilometre uzaktaki bir tepenin eteğinde vurulup, “şehitlik” geleneğince kanlı elbiseleriyle gömüldü.
Bugünkü yöneticilerin, Suriye ve YPG ile ilgili açıklamalarını okudukça aklıma Enver’in “müjdesi” geliyor, “bir çocuğunuz oldu beyler,” hamasi palavraların arkasına saklanmaya çalışan sevinç, İttihatçıların sevincine çok benziyor.
Şişinen bir kurbağa gibi “kırmızı çizgilerinden” söz edip duruyorlar.
Bir devletin, “gidemediği” yerde “kırmızı çizgileri” olabilir mi?
Suriye’nin kuzeyinde bazı bölgeleri seçip oraların “kırmızı çizgileri” olduğunu söylüyorlar.
Azez “kırmızı çizgiymiş” bu iktidara göre.
Sen, Azez’e gidebiliyor musun?
Hayır.
Askerin gidebiliyor mu?
Hayır.
Uçağın gidebiliyor mu?
Hayır.
Diplomatın gidebiliyor mu?
Hayır.
Oraya gidebilmek için yalvarmadığın ülke kalmadı, “hadi beraber oraya gidelim” diye, kimse seninle gelmiyor.
Herkes bitti, Suudilerle “koalisyon ortaklığı” kuruyoruz.
“Ortak” dedikleri, “Ortadoğu’daki Sünnilerin lideri ben olacağım” diyerek Yemen’de savaş çıkartıp, oraya Latin Amerika’dan kiraladığı paralı askerleri göndererek, çıkamadığı bataklıkta debelenen bir devlet.
Umudumuz Suudiler.
Türkiye Cumhuriyeti çok zor günlerden geçmiştir ama bu kadar çaresizleşip zavallılaştığı azdır hakikaten.
İttihatçılar gibi bugünkü iktidarın da “belaya” ihtiyacı var, dışarda bir bela bulup içerdeki dertleri unutturacaklar.
Bu “tedavi”, başı ağrıyan adamın kafasını kesmenin ağrıyı bitireceğini söyleyen bir tedavi yöntemi.
İttihatçılar bu “yöntemle” Osmanlı’nın bütün ağrılarını, Osmanlı’yı öldürerek bitirdiler.
Bugünkü devleti bitirmek için çırpınanlar da AKP’liler.
Suriye’ye gireceklermiş…
Bu, Türkiye’nin değil, içerde başarısızlıktan başarısızlığa savrulan, “şiddetkeş” olup son bir “altın vuruş” arayan siyasi iktidarın savaşı.
Kiminle savaşacaksın Suriye’de?
“IŞİD’le” diyorlar, peki IŞİD’le savaşan Suriye ordusu, Kürtler, Rusya senin bu savaşta “ortağın” mı olacak yoksa IŞİD’le savaşırken onlarla da savaşacak mısın?
Bunun cevabını, bugün ülkeyi yönettiğini sanan adamların herhangi birinden duydunuz mu?
Uçağını düşürdüğün Rusya, bombalayıp durduğun Kürtler, beş yıldır her türlü cihatçı örgütü destekleyip yıkmaya çalıştığın Suriye rejimi seninle birlikte savaşır mı?
Zaten onlarla birlikte olacaksan niye onlara saldırdın?
Niye hala saldırıyorsun?
Suriye’ye girdiğinde onlarla dövüşeceksen, sen ülkeni yönetemiyorsun diye senin NATO müttefiklerin neden onlarla cephede karşı karşıya gelip bir dünya savaşını göze alsın?
Bu soruların cevabı var mı?
Yok.
Burnunun dibindeki IŞİD’den zerre kadar rahatsız olmayıp, o IŞİD’i gerileten Kürtleri bombalamanı dünyaya anlatıp, kendine taraftar bulabilir misin?
Ancak Suudlarla Katarlıları bulursun.
Hadi üçünüz birlikte girin Suriye’ye de bak ne oluyor…
Bütün beceriksiz diktatörler, sonunda “dışarıdaki” bir belaya bulaşırlar, İttihatçılar böyle gitti, Yunan cuntası böyle gitti, Arjantin cuntası böyle gitti, Hitler böyle gitti, Saddam böyle gitti.
Diktatörler gidiyor bu belanın sonunda ama ülkeleri de çok büyük yaralar alıp, çok büyük acılar çekiyor.
Türkiye de adım adım bu belaya yaklaşıyor.
Çünkü bugün Türkiye “fiili başkanlık” denilen, yasadışı bir sistemle yönetiliyor… Sistemin temeli “yasadışı” olunca bütün sistem de yasadışına doğru bel veriyor.
Tayyip Erdoğan, anayasal sınırların dışına çıkıp “fiilen başkanlık” yapma iddiasından vazgeçmediği sürece de Türkiye tek bir gün “istikrar” görmeyecek, bela bu ülkede hiç bitmeyecek.
Alın saklayın bu yazıyı, bir yıl sonra yaşıyorsak tartışalım.
Çok açık söylüyorum, Türkiye bu iktidarla “tek bir gün” bile huzurlu olmayacak.
Erdoğan’la ve kendi yasal yetkilerini anayasaya aykırı biçimde cumhurbaşkanına devreden bu hükümetle, Türkiye’nin salaha ermesi mümkün değildir.
Sadece şiddet ve bela göreceğiz.
Çünkü ülkeyi yönetecek yeteneklere ve kadrolara sahip değiller.
Zaten böylesine yeteneksiz oldukları için sadece şiddet var ortada, ancak “yönetemeyenler” böyle şiddete sığınırlar, Cizre’de yüzlerce insanı “açıklamaya bile cesaretlerinin yetmediği” yöntemlerle yakıp öldürüyorlar, bebekleri vuruyorlar, evleri basıp genç kızları kurşunluyorlar, kasabaları yıkıyorlar, akademisyenlerin evlerini basıyorlar, gazetecileri hapsediyorlar, Suriye’yi bombalıyorlar.
Çaresiz iktidarların şiddetten ve şiddeti ivmelendirmekten başka gideceği yer yoktur.
Sonunda ülkeyi ve kendini yıkana kadar şiddet.
Bugün ülkeyi “tek başına” yönetmek isteyen Tayyip Erdoğan siyasi açıdan iyi bir “çıraktır”, çalışkan ve örgütçüdür.
Eğer ona iyi bir plan verirseniz, o da bunu başarıyla uygular.
Kemal Derviş’in “ekonomi planını” ve Avrupa Birliği’nin “hukuk planını” başarıyla hayata geçirip, önemli kazanımlar sağlar.
Ama kendini “usta” sanıp da “planları ben yapacağım” dedikten sonra ülke tam bir çıkmaza girer, Erdoğan’ın 2011’de kendisini “usta” ilan etmesinden sonra yaşadığımız da budur zaten.
2010 yılında biz Ortadoğu’nun en saygıdeğer, en önemli devletlerinden biriydik çünkü Müslüman dünyasında Avrupa Birliği’ne aday olabilen ve demokrasiye yaklaşabilen tek ülke bizdik.
Ortadoğu’yla birlikte bütün dünyanın saygısını ve hayranlığını böyle kazanmıştık.
Erdoğan, Avrupa Birliği’ni bir kenara itip Ortadoğu’nun “Sünni liderliğini ele geçirme” hayalleri kurmaya başladıktan sonra halimiz ortada.
Tayyip Erdoğan, seçim kazanmayı biliyor ama ülke yönetmeyi bilmiyor.
Bildiği zehabına kapılıyor sadece.
“Büyücünün çırağı” hikayesini bilirsiniz, çok da ünlü bir müziği vardır.
Çırak, ustasının bütün “sihirlerini” öğrendiğine karar vermiş.
“Ben usta oldum” demiş.
Bir gün büyücü kasabaya giderken çırağına, kulübeyi temizlemesini söylemiş.
Büyücü gidince, çırak “ben niye temizleyim, büyüyü biliyorum, büyüyle temizletirim, ben de yatarım” demiş.
Süpürgelerle kovalara, dereden su taşıyıp kulübeyi yıkamaları için sihirli sözleri söyleyerek emir vermiş.
Kovalar dereden su getirmeye, süpürgeler kulübeyi süpürmeye başlamışlar.
Kovalar gittikçe daha hızla su getiriyorlarmış.
Kulübe yavaş yavaş su dolmaya başlamış.
Çırak kovaları durdurmak istemiş ama birden “kovaları suya gönderecek” sihri öğrendiğini ama onları durduracak sihri öğrenmediğini farketmiş.
Erdoğan da iktidarı ele geçirecek, anayasayı çiğneyip “fiilen başkanlık” yapacak sihri öğrenmiş ama ülkeyi huzurla ve adaletle yönetecek sihri öğrenememiş.
O, siyasi açıdan kendini “usta” sanan bir çırak çünkü.
Şimdi ülke karmakarışık.
Kovalarla kan akıyor.
Çoluk çocuk öldürülüyor, Kürt kasabaları yıkılıyor, tanklar mahallelere giriyor, yatırımcılar Türkiye’den kaçıyor, turizm bitiyor, ekonomi çöküyor, savaş kapımıza kadar geliyor, Ortadoğu’da neyi tutsak elimizde kalıyor, dünyadaki bütün ciddi güçlerle çelişiyoruz.
Ve “fiili başkanlık” sisteminden bir türlü vazgeçmeyen Tayyip Erdoğan bunu nasıl durduracağını bilmiyor.
Ankara’da bombalar patlayıp “yüzden fazla insan” öldüğünde başbakanın çıkıp “patlamalarla oylarımız artıyor” demesi, o patlamaların yarattığı felaket rüzgarlarıyla 1 Kasım seçimlerini kazanması kadar kolay olmuyor değil mi bir ülkeyi doğru dürüst yönetmek?
Çatışmaları, savaşları, düşmanlığı başlatmayı öğrendiniz ama bunları bitirmeyi bilmiyorsunuz değil mi?
Barışı, huzuru, refahı getirecek “sihri” öğrenememişsiniz, değil mi?
Ülke kovalarla kanla kıpkızıl oluyor, değil mi?
Gazetelerinize, “şehit haberlerini küçük görmeleri” için bu nedenle emirler veriyorsunuz, değil mi?
Şiddeti başlatmayı öğrendiniz ama şiddeti durdurarak iktidarda kalmayı öğrenemediniz, değil mi?
İktidarınızı, şiddet uygulamadan sürdüremiyorsunuz, değil mi?
Gazetecileri hapsetmeyi öğrendiniz ama fikirlerin özgürce tartışıldığı bir ortamda tartışmayı öğrenememişsiniz, değil mi?
Korkutmayı öğrendiniz ama korkmamayı öğrenemediniz, değil mi?
Sahte mahkemeler kurup her kızdığınızı içeri atmayı öğrendiniz ama adalet getirmeyi öğrenemediniz, değil mi?
Her şeyi yarım yamalak bilen, ülkeyi yakıp yıkan beceriksiz çıraklardan başka bir şey değilsiniz.
Kendilerini “usta” sanıp ülkeyi mahvettiler.
Şiddeti başlattılar ama bitiremiyorlar.
Kanla dolu bir evde gittikçe daha çok insanımızın ölmesini seyrediyoruz, kovalar kan taşıyor evimize, her an biraz daha hızlı, biraz daha hızlı, biraz daha hızlı kan taşıyor.
Şimdi de Suriye’de savaşa gireceklermiş.
Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.
Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...