Ahmet Kuru ve Gökhan Bacık son dönemlerde çok hayırlı bir iş yapıyor. Kitalararasi.com’da Fethullah Gülen’den Said Nursi’ye Gülen Cemaatinin ve Nurcuların hatta muhafazakarların tüm değerlerini mercek altına alıp eleştirel gözle yeniden inceliyorlar. Haliyle bu yeni tartışmalara neden oluyor. Cemaat içinde rahatsızlıklara neden oluyor. Bu en başta Gülen Cemaati açısından sağlıklı bir gelişme.
Cemaate yakın aydınların Gülen başta olmak üzere Cemaatin kurumlarını ve düşüncelerini eleştirmesi Cemaatin bir “zombi” topluluğu olmadığını kanıtlar. Eleştiri ne kadar acıtıcı olursa olsun eleştirinin olgunlaştırıcı bir yanı vardır. Bu yönüyle başta Kuru ve Bacık’ı cesaretlerinden dolayı kutluyorum. Her iki aydının da yazdıklarını yakından izliyorum. Değerlendirmelerinde katıldığım yanları olduğu gibi katılmadığım taraflar da var.
Aslında bu tartışmayı sadece dışarıdan izlemek en keyiflisi. Din konusundaki bilgim de sınırlı sayılır. Babamın öğrettiği Kuran, İslamcıların içinde öğrendiğim İslamcılık kavramları ve son dönemlerde Gülen Cemaatinin çevresinden gözlemlediğim Cemaat ve Nurculuğa dair kavramlar.
Kişisel olarak daha önce de açıkça yazdığım gibi Allah’a inanırım, bu yönüyle full-time bir Müslümanım belki ama ibadetlerini yerine getirmeyen part-time bir dindar sayılırım.
Bu açıklamayı biraz sonra gireceğim tartışmada konunun uzmanı olmadığımı, hatta dindarlık konusunda da sorunlu bir duruşumun olduğunu belirtmek için yazdım. Yani biraz sonra okuyacağınız ve Ahmet Kuru ve Gökhan Bacık’ın son yazısı (https://kitalararasi.com/2017/12/20/said-nursiyi-elestirel-okumak-1-iman-ve-namaz-cozum-mu-gokhan-bacik-ve-ahmet-kuru/ ) Said Nursi’ye eleştirilere yönelik değerlendirme bir Risale uzmanından ya da en azından full-time bir dindardan gelen bir değerlendirme olmayacak. Üstelik Risalelere dair olan bilgim de lise seviyesinde bir bilgi. Bu kitaplar üzerine doktora yapan insanların daha güzel değerlendirmeleri olacağını belirteyim.
Çitayı bu kadar aşağıya kurduktan sonra “madem böyle sen bu topa niye girdin, bilmediğin sahada ne diye top koşturuyorsun?” eleştirilerini bekliyorum. Bu eleştirileri baştan kabul ediyorum. Görüşünüz bu yöndeyse yazının bu kısmından sonrasını okumayabilirsiniz.
Ve fakat….
Ahmet Kuru ve Gökhan Bacık’ın yazısında verdikleri linklere bakıp, yani onların önerdikleri ve yönlendirdikleri okumalara bakarak onların yazılarına bir eleştiri getirilebileceğini gördüğüm için bu topa girdim. Bu yazı bu yönüyle bir Said Nursi eleştirisi veya olumlaması değil, Kuru ve Bacık’ın yazıları ve argümanları için bir olgu sağlaması (fact checking) amacını taşıyor.
Başlayalım:
Kuru ve Bacık birkaç bölümden oluşacağı anlaşılan yazılarının ilk bölümünde Nursi’nin Yeni Said dönemindeki en temel argümanlarından birine eleştiri getiriyor.
Kuru ve Bacık’ın temel argümanı şu: Yeni Said ise Müslümanların sorunlarını maddi kalkınma ile çözme vurgusu yerine iman ve dindarlık ile sorunların çözüleceği seklinde bir söylemi savunmaktadır. Nitekim, Yeni Said’in vurgusunda “kainatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Böyle bir sıralama yapmaya neden gerek duyulduğu belirsizdir. Dahası, ilk sıraya imanı koymayı bir kenara bırakırsak, ikinci sıraya adalet, özgürlük, bilgi, ahlak, emek, kul hakkı yememek, insan hakları gibi daha evrensel bir değerin yerine –son tahlilde bir ibadet olan– namazın konulması sorgulanmaya açık bir yorumdur.
Nursi’ye göre İslam tarihinin ilk dönemindeki başarıları sonraki dönemdeki başarısızlıklar izlemiştir. Nursi, ilk asırlardaki kalkınmayı dindarlık ile sonrasındaki gerilemeyi ise dinden uzaklaşma ile açıklamaktadır: “Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmişse [sımsıkı tutunmuşsa], o zamana nispeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti [dine ‘kuvvetli’ bağlılığı] terk etmişse, tedennî etmiş [gerilemiş]. Hıristiyanlık ise bilâkistir [tam zıddıdır].”
Kuru ve Bacık bu değerlendirmelerin ardından Nursi’nin bu görüşünün mevcut gerçeği açıklamadığını Müslümanların geri kalmışlığına bir çözüm getiremediğine vurgu yapıp şu değerlendirmeyi yapar:
‘Güncel olarak gözlem yapan biri de bugünkü Müslüman toplumların büyük çoğunluğunun imanlı ve namazlı oldukları halde cehalet, fakirlik ve siyasi/ dini kavga sorunlarının çözümü yolunda ciddi mesafe katedemediklerini söyleyecektir.
Bu gözleme cevaben, iman-namaz ikilisini sosyo-ekonomik ve siyasi sorunlara çözüm olarak görenler, Müslüman toplumların hakiki iman sahibi olmadıklarını ve gerçek anlamda namaz kılmadıklarını iddia ederler. Fakat, bu cevabı verenlerin kendilerine baksak, iman ve namazlarının tam olduğunu düşünen bu insanlar, sözgelimi Türkiye’de, son dönemde yaşanan siyasi kavgada nasıl bir rol oynamışlardır? İman ve namaz onların sulh ve adalet içinde yaşamalarını sağlamış mıdır?’
Doğrusu bu eleştiri ilk okumada Nursi’nin yazdıklarına çok vakıf olmayan benim gibi biri için son derece mantıklı bir eleştiri. Fakat bizzat Kuru ve Bacık’ın yazılarında linkini verdiği sayfalara gidip Nursi ne yazmış diye bakıştığımızda Nursi’nin Kuru ve Bacık’ın alıntıladığı, ya da indirgediği noktaların, çok ötesinde düşünceler yazdığını görüyoruz.
Örneğin:
“Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?
Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.”
Dedikten sonra iman meselesinin neden önemli olduğunu şu şekilde açıklıyor: “Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye davet eden azlara imdat etmek lâzım gelir.”
İşin doğrusu buradan anladığım Nursi’nin İman meselesine neden önem verdiği, İman’ı neden öne çıkardığını iki açıdan ele almak gerekiyor. Birincisi teolojik, yani ilahiyat bakımından ki yukarıda yer verdiğim parağraf buraya işaret ediyor. Ancak Nursi, Kuru ve Bacık’ın da tespit ettiği gibi İman konusunu sadece ilahiyat çerçevesiyle sınırlamıyor. Onu sosyal hatta siyasal alana da taşıyıp oranın da birinci meselesi yapıyor. Ancak burada Kuru ve Bacık’ın ifade ettiği gibi “böyle bir sıralamayı neden yaptığı belirsiz” değil. Bizzat Kuru ve Bacık’ın linkini verdiği sayfada İman ile soysal hayatı hatta gelişimi şu şekilde ilişkilendiriyor:
Nursi önce Müslümanların fakirliğini ve geri kalmışlığını kolonyalistlerin siyasetine bağlıyor ve şöyle diyor: “Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.”
Nursi’nin bu argümanını bir çok siyasal İslamcı’da Mevdudi ve Seyyid Kutupta da görmek mümkün. Normalde bu argümandan sonra gelmesi gereken argüman “o halde geri kalmışlığa karşı emperyalistlere karşı mücadele edilmeli” olmalıydı.
Oysa Nursu bunu yapmıyor ve bu noktada Siyasal İslamcılardan ayrılıyor. Emperyalistlere karşı mücadele etmek fikrini desteklemiyor aynı zamanda toplumun Batılı değerlerle modernleştirilmesi fikrine de karşı çıkıyor. (Ben bu fikri yanlış bulurum ama o farklı bir konu)
Nursi’ye göre “ehl-i imanı cebren mim’siz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, katiyen biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatin idaresinden daha müşküldür.”
Yani Nursi toplumun Batılılaştırılmasının toplumun ahlakını bozacağını iddia eder. -Her ne kadar ben bu görüşe katılmasam da medeniyetin Batı – Doğru diye ayrılmaması gerektiğini Sanayileşmiş toplumlar ve Tarım toplumları şeklinde ayrıştırılması gerektiğini savunsam da- Nursi’nin yukarıda alıntıladığımı temel düşüncesi, yani “düzenin sağlanması için asayişin gerektiği bunun için de ahlakın gerektiği, ahlakı da İman ve İslam çerçevesine oturttuğu” apaçık ortada. Bu argümanıyla Nursi’nin yazdıkları Kuru ve Bacık’ın çıkarımını, yani “böyle bir sıralamayı neden yaptığı belirsiz” argümanını yanlışlıyor.
Dahası Nursi şu şekilde devam ediyor: “ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. “Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.”
Yani Nursi’ye göre toplumsal gelişim, mesailerinin tanzimi (işbölümü), toplumsal asayiş ve güvenliğin sağlanması ile teavün “yardımlaşmak, birbirine muavenet etmek” ilkelerinin yerleştirilmesine gerek vardır. Bunlar da ancak dinin emirlerini yerine getirmek, takva ve dini duyarlılıkla mümkün olur.
Nursi’nin burada saydığı üç unsur, işbölümü, toplumsal düzenin sağlanması ve soysal dayanışma, bizzat Kuru’nun sıkça söylediği meritokratik bir düzenin temel taşlarını oluşturur. Bu unsurların dindarlaşmayla sağlanıp sağlanamayacağı ayrı bir tartışma konusudur. Kuru ve Bacık “dindarlaşmak ve iman Nursi’nin ileri sürdüğü üç unsuru mümkün kılmaz” diyorsa bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak Batı’nın gelişiminde temel ilke olan Calvinist ahlakın özü de tıpkı Nursi’nin saydığı gibi iş ahlakı, sosyal düzen ve toplumsal dayanışmadır.
Kuru ve Bacık’ın eleştirel makalelerinde verdikleri ikinci linkte Nursi çok daha ilginç şeyler yazıyor. Kuru ve Bacık Nursi’nin yazdıklarını “İslam tarihinin ilk dönemindeki başarıları sonraki dönemdeki başarısızlıklar izlemiştir. Nursi, ilk asırlardaki kalkınmayı dindarlık ile sonrasındaki gerilemeyi ise dinden uzaklaşma ile açıklamaktadır” şeklinde okumaktalar.
Oysa Nursi bizzat Kuru ve Bacık’ın linkini verdikleri yazısında İslam tarihinin ilk dönemi ile sonraki dönemi arasındaki farkı akıl ve duygu farkıyla anlatıyor. Nursi şöyle diyor: “insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır.”
Burdan hareketle Nursi şu tespiti yapıyor: “Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti.”
Özetle Nursi burada diyor ki, eskiden halkın bilinç düzeyi gerideydi bu nedenle hisleri ve samimi duyguları düşüncelerine galebe çalardı. Fakat artık halk aydınlanmaya başladığı için duygunun yerini akıl almaya başladı. Bu nedenle de evrensel hukukun geçerliliği kaçınılmaz oldu.
Nursi daha da ileri giderek şu çıkarımda bulunuyor: “Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız.”
Eskiden geçerli olan yöntemler, ki bunların içinde belagat vardı bununla insanları yönlendirmek irşad etmek mümkündü artık insanlık gelişti duygularla belagatla iş olmuyor. Bu devirde insanlar delil istiyor belagata aldanmıyor.
Nursi eski dönemdeki zorbalık ve istibdadın varlığını da şu şekilde tespit ediyor: “Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ ve tabiat ve müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde-velev filcümle olsun-istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi. Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp gizlenirdi.”
Nursi bu paragrafta tarım toplumunun değeleri olan üç değeri, taassup (tutuculuk), safsata (hurafelere inanma), tadlil-i gayr (Başkalarını dalâletle suçlamak, tekfircilik) değerlernin yanlış olduğunu vurgular ve çözüm olarak şu öneride bulunur: “taassup yerinde hak; (tutuculuk yerine hak ve adalet) ve safsata yerinde bürhan; (hurafe yerine delil) ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez”
Nursi burada da kalmaz. İlk defa okuduğum ve beni hayretler içinde bırakan son derece pozitivist, bugünkü anlamda evrensel değerlere vurgu yapan şu düşünceye vurgu yaşar: “Fennin himmetiyle (bilimin yardımıyla) , zaman-ı halde filcümle, inşaallah istikbalde bitamamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve safsataya bedel bürhan; ve tab’a bedel akıl; ve hevâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metanet; ve garaza bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul; ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır-karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti. Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır.”
Yani Nursi bu paragrafta Kuru ve Bacık’ın Nursi’yi eleştirirken ileri sürdüğü “Dahası, ilk sıraya imanı koymayı bir kenara bırakırsak, ikinci sıraya adalet, özgürlük, bilgi, ahlak, emek, kul hakkı yememek, insan hakları gibi daha evrensel bir değerin yerine –son tahlilde bir ibadet olan– namazın konulması sorgulanmaya açık bir yorumdur” argümanını bizzat yanlışlar. Tam da Kuru ve Bacık’ın 2017 yılında savunulmalı dediği adaleti, hakkı, özgürlüğü, bilimi, akılcı düşünceyi Said Nursi muhtemelen 1910’lı yıllarda savunur. Kuru ve Bacık’ın iddiasının aksine beşinci asırdan sonra İslam’ın gerilmemesinin nedeninin KUVVETİN HAKKI MAĞLUP ETMESİNE bağlar.
Not: Bu noktada Kuru ve Bacık Nursi’den alıntıladığım yukarıdaki metinlerin Eski Said dönemine ait metinler olduğunu belirterek eleştirilerinin Yeni Said dönemine ait olduğunu söyleyebilirler. Bu konuda haklılar nitekim yazılarında Yeni Said dönemiyle sınırlı tuttuklarını açıkça belirtiyorlar. Ancak yazının girişinde de ifade ettiğim gibi ben Nursi’nin görüşlerini derinlemesine bilmem. Sadece Kuru ve Bacık’ın verdikleri linklere tıklayarak Nursi’nin ne yazdığını okudum bu metin ortaya çıktı. Eğer Kuru ve Bacık eleştirilerini “Yeni Said” dönemi ile sınırlıyorlarsa o zaman linkleri de Yeni Said dönemine dair kitaplardan vermelilerdi.
İkinci olarak, Nursi yukarıdaki tartışmalara konu o lan fikirlerini Eski Said dönemine ait fikirler olarak orada terk etmiş biri değil. Aksine o fikirleri olumlayıp onayladığını Eski Said dönemine dair eserlerini bizzat Risale külliyatına alarak kabul etmiş zaten. Her ne kadar Muhakemat Eski Said tarafından yazıldıysa da Yeni Said tarafından onaylanmış ve Risale Külliyatı’nın içine alınmış bir eserdir. Bu yönüyle Nursi’nin “Eski Said” ve “Yeni Said” dönemi bir kopuşun değil bir dönüşümün ifadesi olabilir. Dolayısıyla iki yazarın da yaptığı gibi “Eski Said”i “Yeni Said”den ayırmak mümkün değildir. Bunu bizzat Nursi ayırmamıştır. Özetle Nursi “Eski Said” dönemini reddi miras yapmış bir kişi değil. Dolaysıyla Nursi’yi eleştirirken Eski Said ve Yeni Said’i birlikte eleştirmek gerek. Bizzat Said Nursi Eski Said Yeni Said ayrımı yapmadan tüm eserlerini bir bütün olarak onaylayıp yanyınlamışsa “Ben Eski Said’in fikrini onaylıyorum Yeni Said’in fikrini onaylamıyorum” gibi bir eleştiri çerçevesi format olarak yanlıştır.
Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.
Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...