Bir kanaldaki kader programını doğrusu hiç beğenmedim… Çok yalın, çok sathî şeyler söylendi… “Önünde taş var, gidip çarpıyorsun. Bu kader mi canım?” gibi. Üstelik de telefonla katkıda bulunmaya çalışan ilâhiyatçı “lüzumsuz oldu bu!” itirazıyla zımnen istiskal edildi… Fikir adamları bu hususu konuşabilirmiş. Elbette konuşabilir ve konuşmalıdır. Ama önce, dinin bu konuda ne dediğini bilmelidirler.
Kader, cüz’i (beşerî) iradeyi reddetmez. İslâm’daki kader, Batı’daki fatalizm değildir.
İslâm’daki ulûhiyet inancı, kadere inanmaya zaruri olarak intaç eder. Ayrıca bildirilmeseydi bile…
Cenab-ı Hakk her şeyi bilir. Her şeye gücü yeter… O halde geleceği de bilir, geleceği dilediği gibi yönlendirmeye de gücü yeter.
“Cüz’i irade” işte burada devreye giriyor. Cüz’i iradeyi yaratan; geleceği külliyen biliyor; kullarına verdiği cüz’i iradenin tasarrufuna onların iradî tekâmülü ve imtihanı için izin veriyor.
Cüz’i iradenin tasarrufu, “yaratma” şeklinde olmaz, olamaz. Yaratmak Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Cüz’i irade, izafî ve sınırlı bir tasarruf halinde tezâhür eder. Allah’ın onu bilmesi ve de yaratması; kulun sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Şu izah karşısında; “mademki kader var, yatıp duralım; yapacağımız bir şey yok” demenin anlamı var mı?
Ters görünen bir şey söyleyeyim: Asıl, kader olmasaydı hürriyet olmazdı!
Hürriyet bir nizam içinde var olabilir. Bir nizam, bir ahenk olacak ki; siz de o sayede oluşan imkânları kullanabilme iradesini ortaya koyabilirsiniz.
Kader’siz bir dünya görüşü akla aykırıdır. Bir üstün kuvvet olacak, mutlak ilmi, mutlak tasarrufu olacak ki bu âlemin mevcudiyeti ortaya çıksın, devamlılığı gerçekleşsin. Cenab-ı Hakk’a noksanlık izafe ederseniz, kainatın varlığını izah edemezsiniz.
Görülüyor ve anlaşılıyor ki, hayat bir İlâhî programa tabi; geçmişiyle, bugünüyle, geleceğiyle… Bu İlâhî programın izin alanlarında da cüz’i iradenin faaliyeti var.
İslâm’ın ulûhiyet inancını, “mütekamil” bir bağlanışla benimsemişseniz, yüreğinize yerleştirmişseniz; ilm-i İlâhi’ye havale edilecek noktaları kavrarsınız ve hiçbir zihnî-ruhî teşevvüşe düşmeden, tefekkürünüzü devam ettirirsiniz. Bizden istenen de bunu yapmamızdır. Fıtratımız, her sırrı bilmeye zaten elverişli değildir; düşünülmesi ve bilinmesi tavsiye edilen meselelere yönelebilmemiz, sonsuza açılan tekâmül yolunun sağındaki solundaki sınırlama ölçülerine riayet etmemizle mümkündür. Aksi halde, çöldeki su damlası gibi buhar olur gideriz. Tefekkür bu mudur? Doğrudan doğruya, Allah’ın zatı ve kaderin keyfiyeti üzerinde düşünmememiz tavsiye olunmuş… Büyük hikmeti var… Düşünceyi oraya teksif edersen, dengeni koruyamazsın ve düşünce gücünü tüketirsin. Mutmain olmak için elbette tefekkür edersin; fakat bazı sırları keşfe kalkışmayıp, aldığın ışıkla tekâmül yoluna yönelirsin.
Kader ve irade (hürriyet) arasında Batı’nın tezadı vardır, bizim değil…
Kaderde cebir yok. İzin var, cüz’i irade var. İlm-i İlâhi’nin kuşatması var. Cenab-ı Hakk, elbette ki, herkesi tek ümmet haline getirebilirdi. Dünyayı cennete, insanları meleğe çevirebilirdi… Murad-ı İlâhî o değil ki. “Ol” der olur. Bu tekâmül değil ki. Tekâmül, iradî olacaktır, iman, gaybe imandır. Tefekkür, iradîdir. Kader, irade’yi boşlukta kalmaktan korur; “bütün imkânları yok etme” hiçliğine varmaktan, anarşide boğulmaktan masun kılar; yalnızlıktan kurtarır. Ayrıca kader Allah’ın sonsuz ilmiyle ilgilidir, icbarıyla değil.