Yıllardır bu ülkede “korku siyaseti” hakimiyet sürdü. Mehmet Ağar’ın “Bir tuğla çekersen duvar yıkılır” dediği devlete hakim güç, farklı kitleleri sürekli birbiri ile korkuttu. “Birlik olalım” sesleri yükseldikçe, “birlik olalım” diyenleri birbirine düşman edecek cinayetler, bombalamalar, suikastler gerçekleşti. Sekülerler, dindarlar, Aleviler, Sünniler, Türkler, Kürtler ne zamam birlik şarkıları söylese, bütün taraflardan bu melodiyi bozacak sesler yükseliyor ve kitleler sesi yüksek çıkanın peşine takılıp gidiyordu. Hepimiz, birbirimizden korkuyorduk. Bu korku ile inandığımız değerleri dahi savunamıyorduk. İlkesel duruşlarımız vardı ama iş, sonuca götürücü aksiyona geldiğinde korkularımızın esiri oluyorduk. Bir örnek ile somutlaştırayım.
İş hayatım gereği seküler insanların ağırlıklı olduğu bir çevredeyim. Şimdilerde istibdad, münafıkları çoğaltsa da, sekülerlerin seküler olduğu 28 Şubat dönemine döneyim. O dönemde, ülkenin iç sorunlarından biri olan başörtüsü yasağına, çevremdeki birçok seküler ilkesel olarak karşı çıkıyordu. Üniversitelerin özgür bir yer olması gerektiğinden, üniversite çağına gelmiş insanlara kılık-kıyafet dayatmasının ilkellik olduğundan bahsederlerdi. Bu ilkesel duruşlarını takdir ederdim. Lakin mesele çözüme gelince, bu ilkesel duruşlarına rağmen yine de o dönem, bu yasağın müsebbiblerinden ve savunucularından olan CHP’yi desteklerlerdi. Bunun, görebildiğim iki nedeni vardı. Birincisi, sürekli pompalanan “irtica korkusu” nedeni ile korkuyorlardı. Eğer dindarlar iktidara gelirse, hayat tarzlarına müdahele edileceğini düşünüyorlardı. Bu korku ile istibdadı destekliyorlardı. İkincisi, alternatif eksikliği… Yani seküler ve özgürlükçü, güçlü, alternatif bir sol siyaset anlayışı olmaması.
Kutuplaşmalardan, çatışmalardan, korku siyasetinden ve üzerine gelen ekonomik krizden bunalan kitleler için 2001’e gelindiğinde yeni bir ümit doğmuştu. Dindar, özgürlükçü, liberal, farklılıklara saygılı, kucaklayıcı bir siyaset anlayışı ortaya çıkmıştı. Geçmişinde radikal düşüncelere sahip birilerinin “Biz o gömleği çıkarttık” diyerek öncülük ettiği bu anlayış, kısa sürede büyük destek gördü. Seküleri, liberali, özgürlükçü solcusu, dindarı, Türk’ü, Kürd’ü vs. birçok farklı kitle, bu anlayış ortak noktasında buluştu. 2007’de Ergenekon ve sonrasında Balyoz davaları başladığında, korku siyasetinden bunalan kitleler, bu korkuları topluma pompalayan ve bu korkulara zemin olması için her türlü cinayeti, suikasti, katliamı gerçekleştirebilecek olan yapıya dokunulduğu ümidi ile davalara büyük destek verdi.
Peki sonra ne oldu?
Sonra, ne olduysa kucaklayıcı bu anlayış git gide ayrıştırıcı olmaya başladı. Öncülük eden kadro görüşlerini dayatmaya başladı. Hatta açık açık “Bundan sonra sekülerler, liberaller vs. bizimle yürüyemeyecek” denildi. Farklı görüştekiler partiden tasfiye edildi. Daha doğrusu, düşünmeden biad etmek yerine hala bir görüşü olanlar tasfiye edildi. Farklı kitlelerin buluşma merkezi olan parti, Tayyip Erdoğan’ın aile şirketine dönüştü. Sonra tüm ülke Tayyip Erdoğan A.Ş.’ye dönüştü. Bugün ise Tayyip Erdoğan’a kul olanların rükuda durmasına bile tahammül edilemiyor. Mutlak secde isteniyor. Peki buna rağmen AKP’ye kitlesel destek neden hala yüksek? İşte burada en başa dönmemiz gerekiyor. İlkesel duruşlarına rağmen CHP’yi destekleyen sekülerler ile aynı nedenlerden dolayı AKP, özellikle dindar çevrelerde bütün ahlaksızlıklarına rağmen destek görüyor.
AKP ve Tayyip Erdoğan korku siyasetini çok iyi kullanıyor. Tabanına “Ben gidersem CHP gelir. Başörtüsü yasaklanır. İmam Hatipler kapatılır. Yaşadığın zulümler geri gelir” korkusu vererek ahlaksızlıklarının görmezden gelinmesini sağlıyor. Cemaat ve tarikatlara hitaben söylenen “Biz varsak siz varsınız” mesajının temelinde bu korku siyaseti vardır. Seküler merkez sağ destekçilerini ise ekonomi ile korkutuyor. “Biz gidersek bunlar maaş bile ödeyemez” mesajının temelinde de korku siyaseti vardır. AKP’nin kaybettiği seçimler sonrası yine korku siyasetine oynadılar. AKP’nin kaybetmesi ile bir anda ülke kan gölüne döndü. Bizans saray oyunları ile erken seçime gidildi. Korku siyaseti bir kez daha kazanmıştı.
Referandumda da Tayyip Erdoğan mağduriyet ve korku siyasetine oynuyor. Mağduriyet siyaseti artık çöktü. O kadar mağdur(!) oldular ki, mağduru oynayacakları senaryo kalmadı. En son, Aile Bakanı hanım kızımızın mağduriyet çıkarma soytarılıklarını AKP tabanı dahi ciddiye almıyor. Korku siyaseti ise devam ediyor. Hem kendi tabanını korkutarak elinde tutmaya çalışıyor hem de muhalifleri tehdit, şiddet, hapis ile korkutarak sindirmeye çalışıyor. Putlaştırılan ve secdeden başka duruş şekli kabul etmeyen zat-ı şahanelerine bir mesajım var: Tehditlerinden, zindanlarından, cellatlarından KORKMUYORUZ.
AKP’nin ahlaksızlıklarına ve zulümlerine sükut eden sözüm ona dindarlara da bir mesajım var:
Dün siz zulüm yaşarken, sizinle aynı inancı aynı görüşü paylaşmayan nice insan “demokrasi, özgürlük, insan hakları” diyerek yanınızda yer almıştı. Bu sükutunuz nedeni ile yarın ne kadar büyük zulümlere uğrayacak olursanız olun, yanınızda kimse olmayacak. Kimse sizin için “demokrasi, özgürlük, insan hakları” demeyecek. Sizin demeniz ise kimse için inandırıcı olmayacak. Tanrısı “özel mülkiyet” olan bir ideolojiye sahip olup, özel mülke devletin el koymasını savunan Atilla Yayla gibileri, para nerede ise kıblesi o yön olan Nagehan Alçı, Rasim Ozan Kütahyalı gibileri besleyecek paranız olmayacağı için bunlar da yanınızda olmayacak. Hayatı boyunca her dönem güçlünün borazanı olmuş Barlas familyası ise gücünüz gider gitmez sizi terk edecek ve yeni güç merkezinin borazanı olacaklar. “Omurgasızım, o halde mutluyum” hayat felsefesine sahip Ahmet Hakan gibiler şaraplarını yudumlayıp, keyiflerine bakacaklar. Sesinize ses veren olmayacak.
Son mesajım “AKP fabrika ayarlarına dönebilir mi?” sorusunu soranlara:
AKP zaten fabrika ayarlarına döndü. Siyasal İslamın yola çıkış amacı, iktidarı ele geçirip, yukarıdan aşağıya cebren kendi görüşünü dayatmaktı. Şu anda AKP’nin yaptığı da tam olarak bu. Dışarıdan müdahele ile farklı davranışlar sergilese de, fabrika çıkışı ürün buydu. Ürünün ne olduğunu anladığımıza göre artık yeni şeyler söylemek lazım.