İlkokul beşinci sınıfın sonlarıydı. Herkes ortaokula nereye gideceği konusunda konuşuyordu kendi arasında.

Fen Lisesi sınavlarına ve devlet parasız yatılı okul sınavlarına girecektim ama, evde rahmetli dedem hep İmam Hatip Lisesine gideceksiniz diyordu.

Sınıf öğretmenim bana “Fuat sen hangi okula gideceksin” diye sorduğunda, ” İmam hatibe gideceğim” demiştim.

Öğretmenim, ” ya millet uzaya füze ile çıkıyor siz hala imam hatibe gitmekten bahsediyorsunuz” demişti.

Cevap veremedim.

Eve geldim, 2 hafta önce vefat eden rahmetli dedem çok vakur ve az konuşan bir insandı. Ara sıra bize, “okulda bugün ne öğrendiniz” diye sorardı. O günde yine aynı soruyu sorunca aklıma öğretmenimin dediği geldi ve dedeme söyledim.

Dedem bana, ” git öğretmenine deki, benim peygamberim 1400 yıl önce uzaya füzesiz olarak çıktı, hatta ötesine gitti, din-diyanet bilime engel değil, ilham olur de ” demişti.

Bende gidip öğretmenime demiştim.

Öğretmenim şaşırmış ve bişey dememişti.

Öğretmenimi çok severdim ve hala yeri bir başkadır benim için.

İmam Hatip Lisesi yılları başladı, orta okul sonra lise yılları.

O yıllardan aklımda kalan en önemli iki hadise;

Birincisi, bir gün sınıfta dersteyiz yanılmıyorsam matematik dersiydi, nöbetçi öğrenci sınıfa geldi ve cezaevinde ramazan ayı boyunca teravih kıldırılacağı, ve bunu yapmaya gönüllü olanların olup olmadığını müdürün sorduğunu söyledi.

Nasıl bir düşünce ve duyguyla bilemiyorum, el kaldırdım ve gönüllü olduğumu söyledim.

Sınıfta bir kaç kişi daha el kaldırdı. Nöbetçi ile beraber müdürün odasına gittik. Müdür odasında bir Kuran-ı Kerim hocasıyla birlikte bizi bekliyordu. İçeri girince sırayla bizden kısa sureleri dinlemeye başladılar.

Ezan Kamet okumamızı istediler.

Okuduk hepimiz sırayla, sonra müdür bana “sen imam ol” , sınıfımızdan başka bir arkadaşa da, “sende müezzin ol” dedi.

Akşam iftardan sonra, evimize yaklaşık 10 dakika yürüme mesafesindeki benzin istasyonuna cezaevi aracı geldi ve o araca binip cezaevine gittik.

Cezaevine girdiğinde çok değişik bir ruh haletine kapılıyor insan. Demir kapıların biri kapanıyor biri açılıyor ve kapıların çıkardığı ses insanın içini ürpertiyordu.

Bizi büyük bir salona götürdüler, salonu halıfleksle döşemişler, bir seccade bir kaç Kuran-ı Kerim vardı.

Yatsı namazı vakti girince arkadaş ezan okudu, cezaevinin içinde öylesine güzel yankılanıyorduki, soğuk duvarlara ve demir kapılara sanki başka bir hava veriyordu.

Mahkumlar, gardiyanların nezaretinde sayılarak içeri alındılar. Yanılmıyorsam 389 tane mahkum ilk akşam teravih namazını kılmak için gelmişti. Cezaevi savcısı, görevliler falan derken yaklaşık 400 kişi vardı o akşam namazda.

Teravih namazını kıldırdıktan sonra, tesbih ve dua edildi. Sonra kendi kendime dedim, bunca insan buraya toplanmışken, namaz sonrası bir sohbet edeyim.

Aklıma Üstad Bediüzzaman’ın, hapihanede mahkumlara sabır konusunda verdiği ders geldi. Bende besmele çekip, dilim döndüğünce bir şeyler anlatmaya başladım. Yaklaşık 1 saat kadar sohbet ettik. O seneler ramazan ayı kışa denk geldiği için, yatsı namazı saat 6 gibi kılınıyordu ve yatsıdan sonra baya vakit vardı.

Sohbet ederken bazı mahkumların ağladıklarını gördüm. O zaman anlamıştım, insanların psikolojileri ve içinde bulundukları halin, insanların bazı duygularını daha hassas hale getirdiğini ve bazı alıcılarının daha açık hale geldiğini.

O ramazan ayında, teravih namazı münasebetiyle, birkaç mahkuma Kuran-ı Kerim okumayıda öğretmiş, bir kaç mahkumunda Kuran okumalarını biraz daha geliştirmiştik.

O yıllardan aklımda kalan ikinci hadise ise şudur;

Lise son sınıfta hitabet dersimiz vardı. Vaaz ve Cuma hutbesi için, hutbe duaları, hutbe ve vaaz verilirken dikkat edilecek kurallar anlatılırdı bu derste.

Herkes mutlaka bir Cuma günü, bir camide hutbe verir ve Cuma namazı kıldırırdı. Bu bazen okulun içinde olan camide bazende civar camilerde olurdu.

28 şubat dönemiydi, hitabet hocamız bize hutbe konularını verir ve o konu hakkında yazılmış olan hutbelerin okunmasını isterdi.

Bu konuda tüm arkadaşlarım denileni yapmıştık. Sadece bir arkadaşımız vardı, yaşı bizlerden büyük, hafız ve hitabeti çok kuvvetli ve ateşli konuşan bir arkadaştı.

Hocaya itiraz etmiş ve “ben madem hocayım o gün o camide, istediğim hutbeyi okurum” demiş ve bunu kabul etmemişti.

Hocamız, bunun olamayacağını ve kesin bir hüküm olduğunu, kimsenin kendi kafasına göre seçtiği bir konuda hutbe veremeyeceğini söylemişti.

Arkadaşımızın hutbe vereceğini camiye bende özellikle gitmiştim. Zira abi dediğim o arkadaşın konuşması ve hitabeti gerçekten hoşuma giderdi.

Hutbeye çıktı, ve başladı hutbe vermeye, hutbe konusunun dışında bir hutbe veriyordu hemen anlamıştım. Zira o sıralar genelde bize suya sabuna dokunmayan konular hakkında hutbeler gelir ve onlar okunurdu.

Arkadaş o gün dindar olmak ile mürteci olmak arasındaki farkı ve irtica maskesiyle dindarlara yapılan baskılara karşı müslümanca tavır nasıl olmalı konusunda harika bir hutbe vermişti.

Müslümanların, din gibi görülen ama dinin ruhundan ve özünden uzak insanların eliyle dinden ve gerçek müslümanlıktan uzaklaştırıldığını, bunu bahane eden insanlar ile bunu yapan insanların aynı yere hizmet ettiklerini, insanların bu konuda dikkatli olmaları, çocuklarını böyle guruplardan uzak tutmaları ve müslümalara yapılan baskı ve zulümlerin haksızlığını işledi hutbede.

Cemaat inanılmaz dikkatli ve soluksuzca dinliyordu. Normalde camilerde hutbe biraz uzayınca, homurdanmalar başlar, uyuklamalar başlar ama, cemaat pür dikkat yaklaşık yarım saat süren hutbeyi dinlemişti.

Okula dönünce hem hitabet hocamız hem müdür, arkadaşı odalarına çağırmış ve baya fırça çekmişler sonradan duymuştum.

Ama o cuma günü arkadaşın verdiği o hutbe, aklımda kalan nadir hutbelerden biridir.

Peki bunları ben niye anlattım.

Dine ve diyanete uzak biri değilim. Muhafazakar ve dindar bir ailede yetiştim ve diyanet camiasını az biraz bilirim.

Bu gün ülkemizde kendisine dindar ve muhafazakar diyen ve adeta yaptığı her pis işi din ile kapamaya çalışan bir zihniyet var. Ve bu zihniyetin en büyük hizmetkarı ve hadimi, Diyanet İşleri Başkanlığıdır ne yazık ki.

Yozlaşmanın ve kokuşmanın en fazla olduğu kurumların başında geliyor Diyanet.

Milyon dolarlık makam araçlarına binen başkanının olduğu bir diyanet asla bu ülke insanının maneviyatına katkıda bulunamaz.

Türkiye’nin bir kaç katı büyüklüğündeki bir ülkenin başında olan ve halife olan Hz.Ömer, Kudüs’ün anahtarlarını almaya giderken, hizmetçisiyle beraber sırası ile bir deveye binmiş ve Kudüs’e girerken, devenin yularını Hz.Ömer tutuyor, devenin üstünde hizmetçisi oturur bir halde şehre girmişti.

Peki yokluktan mı bu şekilde gidilmişti Kudüse.?

Hayır, ama Ömer adaleti ve imanı bunu gerektiriyordu.

Şimdi soruyorum;

Bugün halkın açlıktan çöpleri karıştırdığı bir ülkede, Diyanet İşleri Başkanı’nın milyon dolarlık arabaya binmesi, dinin hangi hükmüyle ve peygamberin ve ashabının yaşantışından hangi örnekle caiz ve uygun görülebilir.

Devenin yularını tutan Ömer, mercedese binen Mehmet Görmez’den, dini yaşantısı, maneviyatı, Allah’a bağlılığı, ve makam olarak daha mı düşük bir haldeydi ki, biri deve ile Kudüse gitmişti, bu gün Mehmet Görmez milyon dolarlık arabaya biniyor ve bunu bir hak olarak görüyor bazıları.

Hatta yetmez özel uçak tekliflerinde bulunuyor.

Bu İslam değildir.

Camilerde hutbelerinde, hırsızlığı, yolsuzluğu, devlet malına el uzatmanın yanlış ve yasak olduğunu işlemeyen Diyanet, ya dini değiştirip, hırsızlığın artık günah olmadığını ilan etsin !, yada kendisini İslam adına bir Diyanet işleri olmadığını ilan etsin.!

Hırsızlık haramdır.

Rüşvet haramdır.

Kul hakkı haramdır.

İsraf haramdır.

Devlet malında, tüm halkın hakkı vardır. Ve buna el uzatmak haramdır.

Milletin malına çökmek haramdır.

İnsanlara zumetmek haramdır.

Eğer bunları, diyanet haram olmaktan çıkardıysa bunu ilan etsin halka.

Değilse, çıkıp diyanet işleri değil, dine ihanet işleri başkanlığı olarak ismini değiştirsin.

Din bir afyon değildir.

Din, dinin hakikatini bilen, kendisine hayat edinen insanların, hayatlarını ve anlayışlarını temizleyen, ve bir düzene sokan bir olgudur.

Ama bu din, makama, paraya, korkuya kul olmuş insanların ellerinde adeta hırsızlıklarına, haksızlıklarına, pisliklerine kılıf haline getirilmiştir bugün ülkemizde ve dünyada.

Dinin bu sapkın ve yobaz kafaların sultasından kurtarılması adına, dini gerçekten yaşayan ve özümlemiş insanların, korkmadan, çekinmeden, insanların dünyalarına girerek anlatması ve yaşaması gerekiyor.

Bu dinin, Diyanet’in çarpık ve yobaz kafasından kurtarılması lazım.

Ve bir tamir süreci başlayacaksa, bunun ilk başlayacağı yerlerden biri mutlaka Diyanet olması gerekiyor.

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...