Türk basınının en iyi kalemlerinden edebiyatçı Can Bahadır Yüce diploma konusunu yazdı.
Ülkedeki bütün sorunlar bu iktidarla başlamadı. Mesela üniversite üzerindeki baskılar bütün bir Türkiye tarihinin mirasıdır: 147’liklerden 12 Eylül mağdurlarına, nice örneği biliyoruz. Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi aydınlar akademik çalışmalarını yurt dışında sürdürmek zorunda kalmışlardı. Akademiye iktidar baskısı hep oldu. Gelgelelim, hiçbir dönemde devletin başındaki kişi akademisyenleri kastederek “Bunların kanı bozuk!” dememişti.
Anti-entelektüalizm ilk kez bu kadar sistemli bir biçimde devlet politikası haline geliyor.
Son aylarda Türkiye akademisiyle ilgili dış basında çıkan iğneleyici yazıların sayısındaki artış rastlantı değil. Georgetown Üniversitesinin dergisi, bir editör yazısıyla mezunlarından İbrahim Kalın’ı sertçe eleştirdi örneğin. Yazıda, saray sözcüsünün akademisyenlere yapılan baskıları umursamamasının okulun değerleriyle bağdaşmadığı söyleniyordu. Günümüzün en önemli Türkiye tarihçilerinden Erik-Jan Zürcher, Ankara’dan aldığı onur madalyasını “Türkiye’de temel özgürlüklerin artık var olmadığı” gerekçesiyle iade etti. Bir akademisyenin başbakan olduğu halde görüşlerini özgürce söyleyemediği bir ülkeden söz ediyoruz: Akademisyenlerin hapsedilişine sessiz kalan eski ‘hoca’, cumhuriyet tarihinin en zavallı başbakanı olarak tarihe geçti bile.
Akademi, güce rükû ettiği anda biter. Çünkü o zaman, bir işlevi de “iktidarla uyuşmazlık” olan entelektüel uğraşın varoluş sebebi ortadan kalkar. Akademinin siyasi baskılara direnişinin yakın tarihteki en ünlü örneği Columbia Üniversitesi: Yahudi lobilerinin bütün baskılarına karşın üniversite Edward Said’e arka çıkmıştı. (Said, Filistin davası hakkındaki yazıları nedeniyle Siyonist gruplarca “akademik terörist” diye niteleniyordu.) Bu örneği, Gediz Üniversitesinin o utanç verici “Biz paralel değiliz!” bildirisiyle yan yana düşünmek, bize Türkiye’de akademinin durumu hakkında bir fikir verebilir — Boğaziçi gibi istisnaları ayırıyorum. Akademik özgürlükler konusunda uygar dünyayla aramızdaki fark, Columbia ile Gediz arasındaki farktan az değil.
Kitaplığımda son birkaç yılda Hizmet Hareketi ile ilgili çıkan akademik kitaplara bakıyorum, hepsi dünyanın en saygın üniversite yayınevlerince basılmış: Oxford University Press, NYU Press, California University Press… Türkiye’de bu kitapların enine boyuna tartışılacağı bir akademik konferans düzenlense, salon verecek cesarete sahip kaç üniversite var? Kaç okul Ermeni meselesinde aykırı ses yükseltecek bir akademisyenin arkasında durabilir?
Anti-entelektüalizm ise akademiye uygulanan baskılardan daha köklü, daha tehlikeli, daha kalıcı bir sorun: Popülizmin yükseldiği, düşüncenin yerini sloganın, sorgulamanın yerini yobazlığın aldığı bir düzene geçiliyor. Bir tür cehalet seferberliği: Ülkedeki en başarılı okullar kapatılıyor, üniversiteler gaspediliyor, yayınevleri yağmalanıyor. Anti-entelektüalizm devlet politikası haline geldikçe cehalet yarı-resmi ideolojiye dönüşüyor. Tarih okul kapatmak için kıta kıta dolaşan bir devlet adamı görmemiştir, muhtemelen bir daha da görmeyecek.
Yine de hak veriyorum: Çağın en kapsamlı eğitim hareketini bitirmek (!) ancak böyle sistemli bir cehaletle mümkün olabilir.
Diploma tartışması bütün bu anti-entelektüalizm sürecinin üstüne, deyiş yerindeyse, kalıp gibi oturdu. “Diploma dediğin nedir ki, bir kâğıt parçası” aşamasına henüz geçmedik ama iş oraya varırsa bu tezi savunacak diplomalılar bulunacaktır. (Bir rektör yardımcısı televizyonda açık açık cahilliği öveli çok olmadı.) Muhtarlara kep giydirilmesinin, akademisyenlere hakaretlerin psikanalitik çözümlemesi yapılsa ucu belki de diplomaya çıkar.
Hitler’in başarısız bir sanatçı olduğu için (Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’ne alınmamıştı) sanatçılardan nefret ettiği savını yabana atmamalı…