Bazen alıp başını gitmek iyi gelir. Başka yaşamlar, dünyalar ve acılar görürsün. Geçen yıl ben de kendimce, mütevazı bir yurtdışı bir gezisi yaptım. Onların deyimiyle Erivan’a yani Ermenistan’ın başkentine gittim. Bürokratik işlemler biraz zaman alsa da yanı başımızdaki bu “uzak komşu” yu görmek istedim. Ermeni Meselesi’nin yüzüncü yılı olması nedeniyle şehirde neredeyse tüm dükkanlar, sokaklar, tabelalar aynı konuya odaklanmıştı. “I remember and demand” yazılı beş yapraklı mor menekşe şehrin her yanını kaplıyordu. Türkiye’den gelmiş biri olarak, bu durumdan cidden rahatsız oldum. Hatta benden otuz yaş küçük amcaoğlum bile son ana kadar beni bu işten vazgeçirmeye çalışmıştı. Ama biraz dik kafalı olmak, bazen işe yarıyor.

Erivan’da kendime kalacak bir mekan ararken Kamari isimli biri ile tanıştım. Kamari altmışlı yaşların ortasında bir Ermeni; isminin anlamı kutsal ateşmiş. Eski kelimelere ağırlık verse de akıcı bir Türkçe ile konuşuyordu. Samimiyeti ve misafirperverliği ile bizim tipik Malatya insanını andırıyordu. O derece içten, o derece samimi. Gülerken alt göz kapağı şişiyorsa bir insanın korkma; o samimi bir adamdır, derdi dedem. Tam da öyle; dedemin hesapça samimi bir adam Kamari. Beni orta şeker bir otele yerleştirdikten sonra birlikte oturduk, lafladık.

Hikayesini anlattı. Uzun yıllar öncesine gitti. İnsanoğlu ne acılar yaşatıyor birbirine diye düşünmekten kendimi alamadım. Annesi Adanalı, babası Tarsuslu. Evi-barkı, yeri-yurdu olan ticaret erbabı bir aile… 950’li yılların ortalarında artık oralarda kendi kimlikleriyle barınamaz olunca bir gün ansızın memleketlerinden ayrılmışlar. Daha doğrusu kaçmışlar. Yer-yurt öylece kalmış geride. Önce Yunanistan, ardından Avrupa ve sonra Sovyetler Birliği… Kamari Erivan’da doğmuş. Ailenin en küçüğü ve şu an hayatta olan tek kişisi.

Türkçeyi nereden öğrendiğini sordum. “Efendi, bizim evde hep Türkçe konuşulurdu. Ermeniceyi sonradan öğrendik. Türkçe benim anadilimdir” dedi. Hüzünlü, bir yaşlı adam…

Aradan epey zaman geçmiş. Babası 1982’de doğup büyüdüğü toprakları, yani Tarsus’u dünya gözüyle son bir kez görmek istemiş. O zamanlar gidiş-gelişler sıkı bir izne tabi… Sovyet yönetiminden güç bela izni koparsa da bizim askeri yönetim izin vermemiş. 12 Eylül günleri… Babam, diyor Kamari gözleri dolarak; “Babam son nefesinde bile Tarsuuus, Tarsus diye inleyerek gitti.” Kamari altı kez gelmiş İstanbul’a. Her köşe başını koklayarak, havasını içine çekerek, hemşerileriyle sohbet ederek geçirmiş günlerini… Adana’ya hiç gidememiş. “Benim yürek tahammül etmez şimdi oralara” diyor. Türkiye’yi, insanını; bu memlekete ait her şeyi çok seviyor Kamari. Siyasi konulara hiç değinmedi; ben bir kere girecek oldum “Efendi; olan oldu; husumete ne lüzum var?” dedi.

Erivan dönüşü kendimle ciddi bir iç hesaplaşma yaşadım. Siyasilerin söylemlerinden neden bu kadar etkileniyoruz ki biz? Ermeniler’in genetik materyali üzerinden birilerini aşağılamayı sanki sıradan gören bir nefret söylemine, bu memleket neden hiç itiraz etmedi. Yaradılanı yaratandan ötürü sevdiğini her fırsatta söyleyen bu memleketin evlatları, bunu neden bazı durumlarda hatırlamaz? Oralarda bizi seven ne çok insan var; siyasilere kanıp onları niye üzüyoruz?…

Düşünce dünyamı sarsan ikinci konu ise Erivan caddelerinin ve o iklimin Malatya’nın ya da Maraş’ın sokaklarına benzerliği idi. Erivan; Ermeni meselesi üzerine kafa yoran herkesin gidip görmesi gereken bir yer. Sokakları ve şehrin kültürü müthiş. Bir de orada Türkiye’den bir twitter hesabı tanıdım: @nataliavazyan. Müthiş bir tarihi fotoğraf arşivine sahip…

Gelelim esas noktaya; bu geziden çıkardığım iki sonuç var:

Birincisi Türkiye’deki İslami camia her açıdan fazlasıyla içe kapanık. Kendini dünyanın merkezinde görüyor. Böyle gördüğü için de pek çok (bırakın dini) insani dramı bile anlayamıyor. Anlamak istemiyor. İlgilenmiyor. Kendisine siyasilerin sunduğu itici ve incitici söylemlerin etkisinden asla kurtulamıyor. Böyle bir etki altında olduğunu bile bilmiyor!

İkincisi ise yirmibirinci yüzyılda bu topraklarda, bir kısım insanlara ve kurumlara “paralel” damgası vurulup bu kadar zulüm yapılabiliyorsa; bundan bir asır önce “gayr-ı Müslimlere” kim bilir neler yapılmıştır? Bu soru üzerine bir düşünün lütfen! Diğerlerinden zaten ümidim yok, o yüzden sözüm başkalarına değil; doğrudan cemaate. Cemaat denilen yapının Ermeni Meselesini anlaması, kavraması, kendi durumlarını onlarla empatiye yöneltebilmesi ve bundan sonrası için bir tutum geliştirmesi için bugünlerden daha iyi bir zaman dilimi olamaz.

Tabi ciddi bir gelecek projeksiyonları ve dünyayı anlamaya yönelik (kaynağını dinden almayan) bir paradigmaları varsa…

 

Ahmet Faruk ÖZKAN

12 Temmuz 2016