Devlet PKK ile savaş halinde. Emniyet güçlerinin yanı sıra asker de sokaklara inmiş durumda. Ortaya çıkan manzara ise enteresan bir hal aldı.

Gerçekçi olalım, mesela televizyonlardaki o görüntüler bir an için masamızın üzerinde siyah beyaz fotoğraflar halinde dursa ve önümüzde her hangi bir bilgi notu olmasa aklımıza Suriye veya Filistin sokakları gelmez mi?

Gelinen bu noktada mesele kimin haklı ya da haksız olduğu meselesi değil, ortada duran fotoğraf. İktidar artık bütün siyasetini “güç kültü” üzerinden inşa etmeye çalışıyor. Bilginin istihbaratı, analizi ve hukuk zemininde hayata geçirilmesi onun için öncelikli bir mesele değil.

İşler artık her alanda böyle yürütülüyor. İç politikada muhalif kesimlere uyguladığı antidemokratik baskılardan tutun, örgüte karşı düz mantık atak hamlelerine, dış politikada Suriye çuvallamasına, Rus uçağının düşürülmesine, geçmişte Mavi Marmara propagandasına, Ortadoğu’daki küresel satranç oyununa bodoslama ve hard power dâhil olma haline ve yine Mısır’da İhvan-ı Müslim’e yaptığı çöp kamyonları destekli akıl hocalığına kadar.

Bu bir taktik hata mı, bir tercih mi yoksa küresel rekabette rekabetin bir kanadına öyle ya da böyle taraf olma, o kanat ile birlikte rant paylaşma biçimi mi, bilemiyoruz? İleride tarih bunu mutlaka yazacak. Ayrı mesele.

Fakat sebep ne olursa olsun Türkiye’nin İslamcı muhafazakâr görünümlü iktidarı, ciddi bir devlet aklına sahip olmadığı gibi Türkiye sosyolojisinin gerçeklerinden ve o gerçekleri beslemiş olan tarih bilincinden fersah fersah uzakta duruyor.

Bu coğrafyada tutunmak kadim zamanlardan beri sosyolojik planda çok renkliliği ve çok kültürlülüğü, hariciye siyasetini de çok bilinmeyenli bir denklem çözme marifeti ile ayrıntılandırmayı, o ayrıntılar üzerinden ideal politik ile reel politiği uyumlu hale getirmeyi zorunlu kılmıştır. Aksi durumunu sadece Moğolların Anadolu yağmacılığı ve öyle olduğu içinde  bölgedeki kısa süreli egemenlikleri üzerinden tartışabiliriz.

Hititler zamanında Anadolu’ya “Bin Tanrı İli” denirdi. Onlar, kendi Tanrılarının dışında Tanrılara inanan diğer topluluklara hediyeler gönderirler, saygı duyarlardı. Osmanlıların istimaleti ve millet hukukunu uygulaması da felsefi temelde aynıdır. Fatih Mehmet, Rum, Ermeni ve Musevi cemaatlerinin hukukunu onaylarken ya da Yavuz gibi sert bir hükümdar yirmi beş Kürt Beyi ile pazarlık etmek zorunda kalırken aslında ideal politiği reel bir zemine oturtmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Theodor Herzl ile defaatle görüşmüş, Papaya yüzük ve enfiye kutusu gibi hediyeler göndermiş II. Abdülhamit bu coğrafyanın zorunlu kıldığı jeopolitiğin tecrübesine sahip devlet aklını temsil ediyordu. Kemalizm dahi, Türkiye sosyolojisinde tek tipliliği zorlarken, dış politikada 1930-1939 tarihleri arasında II. Dünya Savaşı’nın mevcut dengeleri nedeni ile bir nevi Abdülhamit siyasetine yani Osmanlılığa dönüyor,  bunu jeopolitik bir zorunluluk olarak ele alıyor hiç de gocunmuyordu.

Oysa şimdilerde yaşadığımız şey Selçuki-Osmanlı devlet geleneğinden daha ziyade Şah İsmail döneminde Safevioğulları’nın iç ve dış politikadaki davranış biçimine benziyor. O Şah ki, hem Sünnileri hem Kürtleri kaybetmiş hem de Çaldıran Ovası’nda kendisi için acı hatıralar bırakmıştı.