Türkçe’de güzel bir deyim var: Eğri oturup doğru konuşalım diye. Zamanı gelince sırf hakikat adına kitabın ortasından konuşmak gerektiğinde bu deyimi kullanırız. Bugün bütün Türkiye Hizmet’i, Hizmet çevresinde yaşanan olayları konuşuyor, tartışıyor. Benim Hizmet dediğim harekete yandaşlar ve Havuz medyası örgüt muamelesi yaparken, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sevdalıları da Cemaat deyip, geçip gidiyor. Kimse olayın muhtevasına inip, bu hareketi, bu hareketin yaşadığımız dünya için ne anlam ifade ettiğini dikkate almıyor. Onlar dikkate almıyor diye bizim de susmamız gerekmiyor. Haydi öyleyse başlayalım…

Öncelikle hakperestlik adına söylemek boynumuzun borcu: Bugün hem dünyada hemde Türkiye’de, Hizmet’i devre dışı bıraktığınızda İslam adına ne kalır? Bunun cevabı nettir. Lafı yuvarlamaya gerek yok, bir hiç kalır. Bu tespitimiz diğer yapıları, tarikatleri, oluşumları görmezden gelme anlamı taşımıyor. Sadece dünyanın farklı coğrafyalarına yayılmış İslami grupların gelecek adına hiçbir şey ortaya koyamadıklarının altını çizmek için söylenmiş bir sözdür.

Dünya genelinden Türkiye özeline indiğimizde de durum farklı değildir. Hizmet’i ortadan kaldırdığınızda ümitvar olmamızı gerektirecek hiçbir neden kalmaz. Sebepler, nedenler üzerinden kime bel bağlayacak, kimin metoduyla çağa meydan okuyacak, “İşte aradığınız Müslümanlar bizleriz. 21 yüzyıl bizler sayesinde aydınlık bir yüzyıl olacak” diyebileceğiz?

Buyurun en başından başlayalım: Menzil mi yolumuzu aydınlatacak? Çarşamba, İskender Paşa veya Erenköy Cemaatleri mi? İslami grupların ana yapısını oluşturan Nakşibendilik mi imdadımıza koşacak, yoksa Haydar Baş’ın başında bulunduğu Kadiriler mi? Tillo Şeyhlerinden mi medet umacağız, yoksa kendine hayrı olmayan Nurcu Ağabeylerin başında bulunduğu Okuyucular mı 21. Yüzyılın irfanına hak ve hakikati haykıracak? Ya da hayatlarını bir alfabenin kutsallığına adayan, bütün iddialarını Hüsrev Abi’nin İkinci Üstad’lığını ispatlamaya çalışan Yazıcılarla mı bu iş olacak?

Türkiye’nin Robert College’inde, Galatasaray Lisesi’nde, Saint Benoit Lisesi’nde okuyan çocuklara, başı gözü sanal dünyayla dönmüş insanlara bu hareketler bir umut verebilir mi? Lafı uzatmayalım: Veremez. Çünkü hiçbirisinin bir hülyası, rüyası, iddiası yok. Olsaydı küreselleşen dünyaya bir cevap verebilirlerdi.  Hizmet bu cevabı daha 1990’ların ortasında diyaloğ diyerek ortaya koydu. Türkiye’de ilk defa bir Cemaat kapılarını, bağlılarını dünyaya açarak toplumun bütün katmanlarında yer alabileceğini cümle aleme gösterdi. Bununla da yetinmedi aynı tarihlerde, dünyanın bütün ülkelerine gitmeleri için ideallerine inanan insanları seferber etti.

Peki diğerleri ne yaptı? 2002’den sonra ne olduğu belli olmayan yapılara dönüştüler. Öncelikle Nakşibendiler, Nakşibendilikle anılan farklı gruplar üzerinde durmak gerekiyor. Sormamız gereken ilk soru şu: Siz nesiniz? Tarikat misiniz yoksa cemaat misiniz? Bu soruya ilk cevabı da hepimizin duyması gerektiği şekilde vermesi gereken Menzil’dir.

Tarikatin adabı, usulü, muaşereti vardır. Bir kişinin bir tarikate girmesi için izlemesi ve katetmesi gereken merhale, şeyhin de müridi kabul etmesi için alması gereken işaretler vardır. Tarikat adıyla anılan Menzil bu manevi tecrübenin neresindedir? İpe biat almak, sanal alemde intisap kabul etmek tarikâtin hangi erkânında vardır? Menzil bize ne vaat eder? Yayınlarını okuyup, televizyonlarını seyrettiğimde ortada dişe dokunur bir mesaj göremiyorum.

Nakşibendilik dediğimizde karşımıza çıkan ikinci önemli grup Çarşamba’dır. Fatih Çarşamba’yla adı anılan grubun başında bugün varlığıyla yokluğu bir olan Mahmut Efendi bulunuyor. Tarikatin görünen yüzü Cübbeli Ahmet Hoca olsa da Çarşamba’nın içinde farklı sesler olduğu kimsenin saklısı gizlisi değil. Peki Çarşamba, 21. Yüzyılda yaşayaşan sıradan bir “yurdum” insanına cüppe, şalvar ve sakal dışında ne söylüyor? Cevabını ben vereyim: Hiçbir şey.

Bu iki gruba isterseniz gırtlığına kadar karanlık ilişkiler ağına girmiş bulunan Erenköy Cemaati’ni, varlığıyla yokluğu belirsiz hale gelen ve Ergenekon’la yargıda işbirliği kuran İskender Paşa Dergâhı’nı, Hüseyin Kutlu’nun nobranlığıyla huysuzlar grubuna dönüşen Alvarlı Efe Hazretleri’nin bağlılarını, irili ufaklı pek çok grubu dahil edebiliriz. Bu gruplardan, bu isimlerden ve bu yapılardan, amiyane tabirle hiçbir “cacık” olmaz.

Kaldı ki bu yapıların bize ve hakikate önce özür borcu var. Nakşibendilik’te Silsile-i Zeheb-Altın Silsile 36. Şeyhle birlikte kesintiye uğramıştır. Yani 36. Şeyh vefat ettikten sonra yerine vekil bırakmamıştır. Bugün şeyh diye bildiğimiz, önlerinde düğme iliklediğimiz, içlerinde gerçekten de saygıyı fazlasıyla hakeden isimlerin bulunduğu kişiler, gerçekte icazetli şeyhler değildir.

Bu bir hakikattir ve bu hakikatin üzeri yıllardır farklı saiklerle örtülmüştür. İsterseniz tartışmaya buradan başlayalım. Önce İslam adına konuşan bu muhterem kişilere icazetlerini soralım. Tarikât adabınca, usulünce, geleneğince bu icazetler yazılı olmak zorundadır. “Efendi hazretleri falan kişiyi, felankesi işaret etti” soytarılıklarına karnım tok. Bununla karşıma gelmeyin.

Önce sizden başlayalım Cübbeli Ahmet Hocaefendi Hazretleri! Lütfen bana ve kamuoyuna Mahmut Efendi’nin Ali Haydar Efendi’den aldığı icazeti gösterin. Bekliyorum.

Not: Öncelikle bu yazıda istemeden de olsa Nakşibendiliğin adını geçirdiğim için Tarikât-ı Âliye’nin aziz piri Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin ruhaniyeti başta olmak üzere Silsile-i Zeheb’in mümtaz isimlerinin ruhaniyetlerinden özür diler, affımı niyaz ederim. Onlar ruhaniyetleriyle, tasarruflarıyla hâlâ aramızdadır.

İkincisi: Cerrahilik, Uşşakilik, Halvetilik, Yesevi Nakşilik bu tartışmanın dışındadır. Onlarda silsile devam etmiş, Cerrahiler Safer Dal Hazretleri’nin alem-i Cemal’e irtihalinden sonra yol kazasına uğramış olsalar da asliyetlerini muhafaza etmişlerdir. Bu İstanbul’da asitanesi bulunan ve cemaatleşmemiş bütün tarikatler için geçerlidir.

Üçüncüsü: Burada dile getirdiğim konu tamamen hakikattir ve bunu bütün İslami kesim bilir ama kâh yapılan hizmetleri baltalamamak, kâh nizaya neden olmamak için dillendirmezler. Türkiye’de yaşanan olaylar zinciri, ister istemez İslami yapıların meşruiyetini sorgulamamızı gerektiriyor. “Çalabım bir şar yaratmış/İki cihan arasında/Bakıcak didar görünür/Ol şarın kenaresinde/Nagihan bir şara vardım/Anı ben yapılır gördüm/Ben dahi bile yapıldım/Taş ve toprak arasında.”

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...