Nieves v. Bartlett Davası: Misilleme İddialarında Dönüm Noktası
Nieves v. Bartlett davası, ABD Yüksek Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü ve polis yetkileri konusundaki önemli kararlarından biridir. 2019’da sonuçlanan bu davada, Nieves adlı polis memuru, Bartlett isimli kişiyi Alaska’daki bir kış festivalinde tutuklamıştır. Bartlett, bu tutuklamanın ifade özgürlüğü kapsamında kalan eylemlerine misilleme amacıyla yapıldığını iddia etmiştir. Buna karşılık polis memurları Nieves ve arkadaşı, Bartlett’in alkollü olduğunu ve polisle iş birliğinden kaçındığını öne sürmüştür.
Buradaki kilit soru şuydu: Gerçekten geçerli bir tutuklama sebebi olsa bile, bu tutuklama ifade özgürlüğüne karşı bir misilleme olabilir mi? ABD Yüksek Mahkemesi, genellikle tutuklamaya makul bir sebep varsa, misilleme iddiasının reddedilebileceğine karar verdi. Ancak mahkeme önemli bir istisna da tanıdı: Eğer başka benzer durumda olan kişilerin tutuklanmadığına dair güçlü kanıtlar varsa, yani “başkası olsaydı tutuklanmayabilirdi” iddiası ispatlanabilirse, burada misilleme olduğu kabul edilebilirdi.
Lozman v. City of Riviera Beach: Planlı Misillemeler
2018’deki Lozman davasında ise daha da ilginç bir durum vardı. Fane Lozman adlı yerel bir aktivist, belediye meclisi toplantısında konuşurken tutuklanmıştı. ABD Yüksek Mahkemesi, belediyenin Lozman’a karşı açıkça bir misilleme planı olduğuna dair kanıtlar bulunduğu için, tutuklamada makul sebep olsa bile bunun misilleme olarak değerlendirilebileceğine hükmetti. Bu, siyasi otoritelerin planlı bir şekilde muhalif sesleri susturma girişimlerinin hukuki sonuçlarını göstermesi açısından önemli bir karardı.
Hartman v. Moore: Kovuşturmalarda Misilleme İddiaları
2006’daki Hartman v. Moore davası ise doğrudan kovuşturma süreçlerindeki misilleme iddialarıyla ilgiliydi. Bu davada Yüksek Mahkeme, bir kovuşturmanın misilleme amaçlı olduğunu iddia eden kişinin, kovuşturma için “muhtemel sebep” bulunmadığını kanıtlaması gerektiğine karar verdi. Yani birinin siyasi görüşleri nedeniyle haksız kovuşturmaya uğradığını iddia edebilmesi için, o kovuşturmanın hukuki açıdan zayıf temellere dayandığını göstermesi gerekiyordu.
Mt. Healthy Testi: “Olmasaydı Ne Olurdu?”
1977’deki Mt. Healthy City School District Board of Education v. Doyle davası, misilleme iddialarında kullanılan temel bir test getirdi. Bu teste göre, siyasi bir figüre karşı alınan önlemin gerçekten misilleme olup olmadığını anlamak için “ama bu kişi söz konusu açıklamayı/eylemi yapmasaydı, yine aynı muameleyi görür müydü?” sorusu sorulmalıdır. Bu “olmasaydı” (but-for) testi, benzer durumlarda farklı kişilere yapılan muameleyi karşılaştırmamıza olanak sağlar.
Türkiye’deki Tutuklama Pratikleri
Türkiye’de ise tutuklama kriterleri esasen öngörülebilir şekilde düzenlenmiştir. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 100/4. maddesi uyarınca, ceza üst sınırı iki yılın altında olan bazı suçlar için tutuklama kararı verilemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Ayrıca “katalog suçlar” olarak bilinen uyuşturucu satıcılığı, terör, cinsel suçlar gibi bazı suçlarda tutuklama tedbirine daha sık başvurulabilmektedir.
Fakat pratikte, özellikle politik kişilere karşı, sosyal medyada tepki çekmeleri veya gündeme getirilmeleri sonrasında, caydırıcı örnek oluşturmak amacıyla tutuklamalar yapılmakta ve birkaç gün ya da hafta sonra serbest bırakılmaktadır. Bu durum, sembolik bir haber değeri taşıması açısından yapılan tutuklamaların kanuna aykırı olduğunu gözler önüne sermektedir.
İmamoğlu Davası Bağlamında Değerlendirme
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun davasına ABD Yüksek Mahkemesi’nin içtihatları ışığında baktığımızda, şu sorular önem kazanmaktadır:
Mt. Healthy Testi: İmamoğlu’nun siyasi faaliyetleri ve açıklamaları olmasaydı, aynı soruşturma sürecine tabi tutulur muydu?
Lozman Davası Işığında: İmamoğlu’na karşı planlı bir misilleme stratejisi olduğuna dair kanıtlar var mı? Özellikle cumhurbaşkanı adaylığını açıklamasının ardından şafak operasyonuyla gözaltına alınması tesadüf müdür?
Nieves İstisnası: Benzer durumdaki diğer belediye başkanlarına farklı muamele yapıldığı gösterilebilir mi? Örneğin, eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek hakkında 100’e yakın soruşturma olduğu haberlerde yer almışken, hiçbir soruşturmada tutuklama kararı verilmemiş olması, hatta çoğu zaman sadece davetle ifadesinin alınmasıyla sürecin tamamlanması nasıl açıklanabilir?
Aynı operasyonda gözaltına alınan 100 kişiden, iktidar yanlısı olduğu iddia edilen kişilerin hızlıca serbest bırakılması ve son bir yılda soruşturma geçiren belediyelerin yalnızca muhalif partilerden olması, ABD Yüksek Mahkemesi’nin Nieves kararındaki “benzer durumdaki kişilere farklı muamele” istisnasının Türkiye’deki karşılığı olabilir mi?
Politik Motivasyon ve Misilleme İlişkisi
ABD Yüksek Mahkemesi’nin ortaya koyduğu önemli bir prensip, kanun ihlali olmasa bile bir tutuklama yapıldığında, “başkası olsaydı tutuklanmayabilirdi” gibi bir algının ağır basması halinde, kişiye özel farklı bir saikle tutuklama yapıldığı ve bunun misilleme sayılabileceğidir.
Bu bağlamda, Türkiye’de siyasi figürlere yönelik tutuklama ve kovuşturma pratiklerinin zamanlamasına ve seçici uygulanmasına bakarsak, ifade özgürlüğünü kullanan muhalif siyasetçilere karşı misilleme amaçlı hukuki süreçler iddialarını değerlendirmek mümkündür.
Tarihsel Perspektif ve Döngüsel Adalet
Misilleme kavramına tarihsel açıdan bakıldığında, benzer süreçlerin dönemin yükselen siyasetçisi ve şimdiki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da başından geçtiği görülmektedir. Haksızlığa uğratılma ve yıpratma çabalarıyla yüzleşen Erdoğan, geçmişte güçlü olan hükümetin baskısına maruz kalmış ve bugün yaşananlar adeta bir rövanş sürecini andırmaktadır.
Tüm bu süreçler arasında zarar gören ise hukuk ve adalet ilkeleridir. Hartman v. Moore davasında belirtildiği gibi, kovuşturmaların arkasındaki gerçek motivasyonun “muhtemel sebep” değil politik hesaplaşma olup olmadığı, hukuk devleti açısından kritik bir sorudur.
Sonuç: Evrensel Hukuk İlkeleri Işığında Değerlendirme
Adalet sisteminin evrensel ilkeleri, hukukun herkese eşit uygulanmasını gerektirir. ABD Yüksek Mahkemesi’nin misilleme davalarındaki içtihatları, siyasi gücün hukuki süreçleri manipüle etmesinin önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda, İmamoğlu davası ve benzer süreçlerin, uluslararası hukuk standartları ve içtihatlar ışığında değerlendirilmesi, Türkiye’deki hukuk devleti tartışmalarına önemli katkılar sunabilir.
Gelecekte bu tür süreçlerin şimdiki iktidar sahiplerine de uygulanıp uygulanmayacağını, ülkenin siyasi ve hukuki gelişimi belirleyecektir. Ancak unutulmamalıdır ki, gerçek anlamda bir hukuk devletinde adalet, herkesin görüşüne, konumuna veya siyasi duruşuna bakılmaksızın eşit şekilde uygulanmalıdır. Aksi takdirde, bugünün uygulayıcıları yarının mağdurları olabilir ve bu döngü toplumun adalet duygusunu derinden yaralayabilir.
Yazar: Altay F. TEKİN