Bugün sizlere, İpar ailesini anlatmak istiyordum. Günümüzle, özellikle de Akın İpek’in başına gelenlerle hikayesi birebir örtüşen bir aileydi İparlar. Ancak “ehem” yani en önemli, “muhim”in yani önemlinin önüne geçti.

Ufuk Güldemir, Ertuğrul Özkök’ü “Özkök, yazdığı her yazının ‘günlük’ olduğunun farkındadır. Gazete yazısıdır ve unutulcağını düşünerek yazar” sözleriyle anlatmıştı. Özkök, medyada en fazla tenkit edilen, eleştirilen isimdir. Yirmi yıl Hürriyet’in başında kalıp, 90’ların hercümercinde gazete yönetirsen başka türlüsü de mümkün olmaz. Özkök, bu anlamda medyadaki en önemli örnektir.

Ancak Özkök yanlız değildir ve her gazeteci üç aşağı beş yukarı Özkök’le aynı kaderi paylaşır. Haber yazarsınız, birileri rahatsız olur acımasızca, hatta gaddarca eleştirilirsiniz. Kimse sizi total bir değerlendirmeye tabi tutmaz. Tepkiler anlıktır ve karşıda bıraktığı izi kimse hesap etmez. Meslekte yıllarınız geçince, bu tepkilere karşı sizde de bir refleks oluşur. Çoğu zaman hiç dikkate almaz, geçip gider, direnç kazanırsınız.

Fakat bazı zamanlarda da, bazı olayları unutmamak gerekir. Ben de bunlardan bir güldeste yaptım ve onları anlatmak istiyorum. Biraz da çuvaldızı kendimize batırmanın zamanının geldiğini düşünüyorum.

Ramazan’da google uygulaması hangouts’dan Mehmet Baransu özelinde tutuklu gazeteciler için 24 saat canlı yayın yapmıştık. Bu yayına medya dünyasından geniş katılım oldu. Pek çok gazeteci, teklifi götürdüğümüz anda yayına katılmayı seve seve kabul etti ve bize içtenlikle yanıt yazdı. Ancak “bizim” diye sahiplendiğimiz medyadan iki üst düzey gazeteci, haber göndermemize, mesaj atmamıza rağmen ne programa katıldı, ne de bir cevap verme gereğini duydu. Onlar için önemli olan makamlarını bu tür polemik kokan davranışlardan korumaktı.

Bu dönemde, farklı saiklerle pek çok arkadaşımız yurtdışına gitmek zorunda kaldı. Basında gelenektir, yurtdışına giden kişinin maaşı ve sigortası kesilmez. Kesilirse de mutlaka başka bir mecra o kişiye sahip çıkar. Bunun yakın tarihte yaşanmış iki çarpıcı örneği vardı: Sefa Kaplan, Aktüel ilk çıktığında yaptığı bir haber yüzünden mahkum olmuş ve uzun yıllar İngiltere’de yaşamak zorunda kalmıştı. Aktüel o zaman Kaplan’ın sigortasını sonlandırmamış, maaşını devam ettirmiş ve çalışanına sahip çıkmıştı.

Yine sağın kalesi Tercüman’ın çok okunan yazarı İlhan Bardakçı, 12 Eylül sonrasında ağır hapis cezasına çarptırılmış, Almanya’ya gitmişti. Tercüman iflas edip, kapandığı için Zaman, Bardakçı’ya sahip çıkmış, vefatına kadar yazı yazmasını sağlamıştı. Bardakçı uzun yıllar Zaman’ın ikinci sayfasında İlhan Murad müstearıyla yazılar kaleme almıştı.

Basında gelenek budur ve bu şekilde şekillenmiştir. Peki, bizim usta-çırak ilişkisine dayanmayan, kitabi gazeteciliğimizde durum nedir? Maalesef ilişkiler insani çizgiden oldukça

uzaktır. Yurtdışına giden arkadaşınızı, çalıştığı gazetenin yöneticileri bir kere bile aramaz. İhtiyacı olup olmadığını, geride bıraktıklarının durumunu hatırlamaz. Aktif yöneticiyse, bir müddet sonra eline kalem verip, “Gel kardeşim, şurada sana bir köşe açalım ya da bulunduğun ülkeden bize düzenli yazı gönder. Onları değerlendirelim” gibi bir formül üretmek akıllarına gelmez. Ne de olsa giden arkadaş “bizden”dir ve kuraldır: “Evin danası hiçbir zaman öküz olmaz.”

Herhangi bir durumda lazım olur düşüncesiyle, dosyasına görevlendirme yazısı koymayı düşünmez ve bunu lüks addeder. Ama attığı twitlerden dolayı rahatsız olursa, “Seni işten atarım” diye tehdit etmeyi, zaten zorda olan çalışanını gayrı insanı, gayrı medeni şekilde uyarmayı vazife bilir. Ne de olsa köylülük sosyolojik bir gerçekliktir ve Boğaz’da da okusanız, bu konu kısa zamanda çözülemez.

Konuyla ilgili örnekleri çoğaltmak, arka arkaya onlarcasını sıralamak mümkün. Ancak sözü uzatmaya gerek yok. “Sözün tamamı deliye söylenir” derler. O yüzden konuyu burada kesmekte yarar görüyorum. Tabii bir de not ilave edeyim: Şükür bunlar benim başıma gelmedi. Gelseydi tepkim farklı olurdu.