Cemaat uzun süre muhafazakar hastalığından kurtulamayıp, kendi organik evladına, “ev danası öküz olmaz” muamelesi yaptı. Bunun karşılığında el keçisine Abdurrahman Çelebi muamelesi yaptı. Elbette dışarıdan değerli yazarlara Cemaat medyasında yer vermek çok güzel ama kendi içinden büyümüş, çok çok değerli kalemleri görmezden geldi hep. Daha önce defalarca yazdım, Gülay Göktürk’e verdiği değerin onda birini Gülay Göktürk gibi yazarları on defa cebinden çıkaracak Sevi Akarçeşme’ye vermedi. (17 Aralıktan sonra dayağı yeyince, biraz da etrafında kimse kalmayınca kendi öz kaynaklarına dönmek zorunda kaldı)
Can Bahadır Yüce bu isimlerden biriydi. Edebiyat deyince Türkiye’de üstüne entelektüel tanımam. Normalde Cemaat medyasında yazmasa binlerce defa ödüle boğulur, bir süper star muamelesi görecek yetenekte, birikimde bir genç kalem kendisi. Ama Cemaat medyası yıllardır bu genç yeteneği görmedi. Çünkü dışarıdan değildi.
Sonunda Cemaat medyasından bir yetkili, Veysel Ayhan, hakkı teslim etti. Cemaat eğer adalet istiyorsa önce kendi çocuklarına adil davranmalı. Cemaat içinde nobele aday bilim insanları, sosyal bilimciler, siyaset hocaları var. Dünyanın tanıyıp takdir ettiği o insanları Cemaatin kurumları, örneğin Gazeteciler Yazarlar Vakfı bir defacık olsun konferanslarına çağırmamıştır. Hal böyle olunca belki beşer zulmediyor ama kader adalet ediyor. Cemaatin tepe noktalarında bulunan insanlara döve döve kendi evlatlarını görmezden gelerek zulmetmelerini önlüyor.
Cemaatin kötü yaptığına kötü, iyi yaptığına iyi diyoruz. İşte o iyilerden biri, Veysel Ayhan, bence Can Bahadır Yüce’nin hakkını değeri çok şık bir şekilde teslim etmiş.
(Not: Can Bahdır Yüce’yi yazılarından başka hiç bir şekilde tanımam, görmedim bilmem. Ama Türkiye’nin ve özellikle Cemaatin bu yeteneği ısrarla görmezden gelmesi canımı sıkıyordu. Bu konuda daha önce de yazmıştım. Emre Uslu)
İşte Veysel Ayhan’ın Can Bahadır Yüce’ye atıfla yazdığı o yazı:
Biz kendimizi çok çalışıyor falan zannederken gazetemizin genç ve değerli yazarı Can Bahadır Yüce’nin geçen haftaki yazısıyla sarsıldık! Normalde edebiyatçılar bu mevsimde ne der? “Serin bir ağacın altında uzanın, kuş seslerini dinleyin, su çağıltılarıyla hülyalara dalın…” Bu sebeple ‘Çalışmak kurtarır’ tavsiyeli yazısı biraz sert geldi.
Neler aktarmamış ki… Mesela Balzac, “Amaçsız aylaklığın insanı solduracağını düşünür, düzenli çalışmayı hayatın ve sanatın yasası sayarmış. Bugün 20 saat çalıştım, yarın ve öbür gün 22’şer saat çalışmam gerekecek.” dermiş. Bu performansıyla 51 yıllık hayatına 51 eser sığdırmış.
Anthony Trollope’ı örnek vermiş. 35 yıllık yazı hayatına 47 roman sığdıran (çoğu tuğla gibi kitaplar) bir yazar. Bu zat her gün beş buçukta kalkıp gündoğumunu masada, elinde kalemle karşılarmış. Yazıda benim gibi güneşle öğle saatlerinde merhabalaşmayı sevenlerden de örnekler var ama pek tavsiye etmiyor gibi.
Can Bahadır, bu örnekleri sıralayınca Yeni Hayat çalışanlarının çoğu zaman sabah gelip şehir baskısı için gece 12’de gazeteden ayrılmalarını anlatmaktan, internet servisinin sabahladığını yazmaktan vazgeçtim. Çünkü ne desek genç şairimizi memnun edemeyiz. Hiçbirimizin böyle bir performans gösterme ihtimali yok. Tabii bu arada ne Balzac olmak gibi bir hedefimiz ne de 40-50 roman yazmak gibi bir hayalimiz var. İşimizi düzgün yapalım kâfi!
Nükte bir yana… Yeni Hayat bir ayı geride bıraktı. Tirajımız 60 bin civarı. Abone artışı maalesef bayi satışıyla ters orantılı gidiyor. Keşke bayi satışımız abone artışını geçse. Tiraj olarak 100 bini aşmadan ekonomik krizden çıkmamız zor. Ama bu krizli günlerde dik durmanın onuru için her şeye katlanmaya değer.
Peki, istediğimiz gibi bir gazete hazırlayabildik mi? Tabi ki hayır. Hedefimiz okurda bağımlılık oluşturacak, yurdun her yanından, dünyanın her yöresinden birbirinden ilgi çekici haberlerin yer aldığı bir gazete yapmak. Her haberin kendini okutacağı bir gazete. Kendini okutmayan habere ‘haber’ denir mi bilmem! Bu hedefe şimdilik uzağız. Başarı kriterimiz şu: Okur sabah kalktığında gazetemizi eline almadan güne başlamamalı. İşe gidiyorsa önce bayiye, evdeyse posta kutusuna koşmalı. Ulaştığımız hedef yok mu? Var elbette. Yorum ve analiz yazarlarımızda hedefimize ulaşmış sayılabiliriz. Bir iki yazar daha var. İsim vermeyeyim. Siz dua edin kâfi.
Herkesin acısına ses olabilmek
Türkiye’de ‘kurşunlar adres sormaz’. Müstebit devlet dün birini bugün bir başkasını döver, vurur, öldürür. Beyaz Toroslar hiç eksik olmaz. Böyle bir ülkede gazetecilik yaparken acılara, acıyı çekenin kimliğine göre ayrımcılık yaparsanız devletle aynı çizgide buluşmuş olursunuz. Acıyı çekenin Türk olması ya da Kürt olması; Alevi olması veya Sünni olması habere bakış açımızı değiştirmemeli. Buna gayret ediyoruz. Mesela anneler gününde bir mağdur Alevi anneyi manşet yaptık.
“Dilek’siz anneler gününün hiçbir anlamı yok” (Röportaj: Reyhan Gül, Fotoğraf: Bünyamin Köseli) Onların acısını seslendirdik. Bunu yapmakla da iftihar ettik. Bu konularda ihmallerimiz ve gözden kaçırdığımız haberler için ikazlarınızı bekleriz.
Türkiye çocukların maddi refahında, eğitim kalitesinde, sağlık ve güvenlikte 2014 yılı itibarıyla 30 OECD ülkesi arasında sonuncu.
İş kazalarında ölüm oranında Avrupa’da birinciyiz. Dünyada 3. sıradayız.
Gazetecilere kötü muamelede 117 ülke arasında en berbat 3. ülkeyiz.
En kötüsü insan hakları ihlalleri sıralamasında. AİHM raporuna göre, Türkiye en kötü 5. ülke.
Aslında bu rakamların olduğu bir ülke ‘gazetecilik cenneti’ dir. Ama hükümetin pembe tablolarına enselerinden ‘iliştirilmiş’ gazetelerde bu haberleri bulmak mümkün değil. Dolayısıyla sorumluluk, küçük tirajıyla güçlükle ayakta duran bağımsız gazetelerde ve onları destekleyen okurda.
Yazıyı Can Bahadır’ın son cümlesiyle bitireyim: “İlkyaz baş döndürücü, aylaklık güzel… Yine de şu günlerde sık sık Çehov’un oyun kişisini anıyorum: Bizi çalışmak kurtarır.”