Mesleğe yeni başladığım dönemde, rakip gazetelerden birinde ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ ilk gün aşkıyla muhabirlik yapan bir meslek büyüğüm vardı.
İşini büyük bir titizlik ve ciddiyetle yapar, belediyecilik alanında koşturmasına rağmen yaptığı her haberi gazetesine manşet olacakmış gibi büyük bir ihtimamla hazırlardı. Onun için haberin küçüğü/büyüğü yoktu. Gittiği her haberi özenle yazar (o zaman daktilo kullanıldığını hatırlatmama gerek yok sanırım) ve kendi müdürüne “Bu sefer manşet olacak” uyarısıyla verirdi. Başta yayın yönetmeni olmak üzere, onun bu özelliğini bilen herkes için vaziyet artık rutine bağlandığı için, açıkçası haberleri pek önemsenmezdi ama onun için ne gam! Aşkında zerre azalma olmazdı.
Bir keresinde, belediyeden telefon açarak (cep telefonları da henüz keşfedilmemiş) “Baskıyı durdurun, çok önemli bir haber getiriyorum.” demiş ve atladığı gibi gazetesinin merkezine gitmişti. Yayın yönetmeni, “bu sefer önemli olabilir” düşüncesiyle beklemişti kıdemli muhabiri. Daktilosunun başına oturup, haberini yazmasını bütün yazı işleri büyük bir merakla takip ettikten sonra, haberiyle yayın yönetmenin odasına dalmıştı duayen ağabeyimiz. Yayın yönetmeni eline tutuşturulan haberi ciddiyetle okumaya başlamış, daha ikinci cümlede yaşadığı hayal kırıklığının verdiği öfkeyle, kâğıdı buruşturup çöp kutusuna attıktan sonra, “Kardeşim bu mu manşetlik haber? İtfaiye erlerinin yemeği üç çeşitten iki çeşide inmiş! Bu mu manşet?” diye gürlemiş.
İnanılmaz bir sükûnetle, çöpteki haberini alan muhabir, eliyle buruşuk kâğıdı düzeltirken şöyle dediği adeta bir destan gibi anlatılırdı: “Tirajınız kaç be! Gider Beyazıt Meydanı’nda okurum haberi!”
Yazmak, önemli bir yetenek olmasının yanı sıra pek çok insan için de ihtiyaç. Ve özellikle bu işi profesyonel olarak yapan kişilerin en çok aldığı taleplerden biri de, genç yazar adaylarının ‘nasıl yazı yazılır?’ kadar ‘nerede yayımlayabilirim?’ konusudur.
Ünlü yazar W. Shakespeare’den bir vakıa anlatılır bizim meslekte. Bir şemsiyecinin yazdığı metinleri usta yazara yollayıp, fikrini almak istediğinde, Shakespeare’in “Siz şemsiye yapın, şemsiye yapın!” dediğini aktarır kaynaklar.
İş bu nedenle, yazdıklarını yayımlama imkânı bulanlar çok şanslı olmuştur geçmiş dönemde.
Ancak gelişen teknoloji ve özellikle dijital ortamlar, bu dengesizliği nispeten ortadan kaldırmış durumda. Artık yazma istidadını gösterebilecek mecra sayısı çok geniş ve fazlaca. Dolayısıyla ne Beyazıt Meydanı’nda okumaya gerek var yazılanları ne de yazmaya hevesli şemsiyecinin şevkinin kırılmasına.
Çünkü değerli olanı neşredebilme imkânları çok zengin artık. Ve değerli olanı bulabilmek eskisi kadar zor değil. Rekabet şartları, imkânı olmayanların lehine gelişti anlayacağınız.
Gazetemizin yeni hizmeti “Zaman Blog”u bu sebeple çok önemseyenlerdenim. Merakla açıp baktığımda ise, pek çok yeni ya da keşfedilmemiş yeteneğin kendini ifade edebilme mecrasını bulduğunu fark etmek zor olmadı.
Eğitimden teknolojiye, kültürden spora, yemekten otomobile kadar hemen her alanda pek çok farklı tattaki yazıyı bir arada bulabilme şansı var Zaman Blog’da. Üstelik sair sosyal medya mecralarında olduğu gibi, birinin diğerine ‘laf değdirme’, ‘kapak yapma’ gibi bayağılıklara ihtiyaç duymadan, edebi tat taşıyan yazıların toplu sunumu adeta.
Açıkçası, bu tür ortamların rekabeti olumlu yönde etkileyeceğini, yarının yazarları için hem bir okul, hem de keşfedilecek bir ortam olduğunu düşünüyorum.
Bu işi profesyonel olarak yapanlar için pabuç biraz daha pahalı olacak artık anlayacağınız. Zira her alanda yazı-çizi işini yapan pek çok yeni isim bu mecrada kendini göstermeye başladı bile.
İsterseniz siz de blog.zaman.com.tr adresine bir bakın, ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır.
Bu vesile ile yeni rakip ve meslektaş adaylarıma ‘hoş geldiniz’ diyorum.