Uludere’de yaşanan skandal neresinden bakarsanız bakın bir istihbarat faciası. Bu tesbiti sanırım tüm ilgililer yapıyor ama bu istihbarat faciası nasıl gelişti, neden bu yanlış yapıldı, nasıl düzeltilir gibi soruları kimse sormuyor. Varsa yoksa “vur emrini kim verdi” tartışması. Elbette vur emrini veren önemli ama asıl sorun bu değil.
Sanırım muhalefet “vur emrini” verenin AKP’li bakanlar veya Başbakan olduğunu düşünüyor veya kamuoyunda böyle algı yaratılmak isteniyor. Bu doğru değil. Konuyu bu bağlamda tartışmak Uludere’den beri tutumunu sıkça eleştirdiğim Başbakan’a da haksızlık. Uludere faciasında tartışmayı istihbarat zaafından çıkartıp siyasi zemine çekersek bu bir yarar getirmez.
Uludere olayı Türk İstihbarat birimlerinin 11 Eylül’üdür. Nasıl ki Amerikan İstihbarat birimleri insan istihbaratını önemsizleştirip elektronik istihbarata ağırlık vererek 11 Eylül saldırılarını ıskaladıysa, bizim İstihbarat birimlerimiz de elektronik istihbarata çok fazla önem verdiği için yanılmıştır. Bu yanılgı Uludere faciası ile sonuçlanmıştır.
Peki, İstihbarat nasıl yanılır?
İnsan istihbaratı dediğimiz istihbarat yaklaşımında kullandığınız eleman çift taraflı ajan ise yanılırsınız. Sanırım Milli Kaynak’ın Uludere’deki yanılgı nedeni bu. Askerlerin yanılgısı ise elektronik istihbaratı objektif gözle anlamaya çalışmak yerine Milli Kaynak’tan gelen istihbarata göre anlamlandırmaya çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır.
Elektronik istihbarat dediğimiz istihbarat yönteminde temel mantık şöyle çalışır: İstihbarat birimi telefon dinlemeleri, sosyal network analizi, uydu görüntüleri, telsiz kestirmeleri gibi elektronik araç ve gereçlerle elde ettiği verileri bir mantık silsilesi içinde analiz eder.
İşte yanılgının başlangıcı da bu noktadır. Eğer kurduğunuz tez yanlışsa sonuca giden bütün yollar sizi yanlışa götürür. Oysa siz kurduğunuz tezin doğruluğuna inandığınız için takip ettiğiniz kişinin tüm ilişkilerini ona göre yorumlarsınız ve tezinize uyan yeri dosyaya eklersiniz. Çok büyük olasılıkla da yanılırsınız.
Burada bir de mesleki deformasyon devreye girer. İstihbarat birimleri özellikle bazı bölgeler hakkında bazı insanlar hakkında önyargıları vardır. Örneğin bir İstihbarat çalışanına göre bir mafyacı çok büyük olasılıkla hapisten çıktıktan sonra da mafyacılığa devam eder. Bir terörist için de durum aynıdır. Bu sadece Türk İstihbarat birimleri için geçerli bir durum değildir. Tüm dünyada istihbarat birimleri böyle düşünür. İşin gerçeği istatistik olarak bu düşünce biçimi çoğu zaman doğrudur da.
Ancak istisnai durumlarda bu düşünce bicimi güvenlik birimlerini fena halde yanıltır. Kendi başıma gelen örnekle anlatayım. Telefonlarımı dinleyen Milli Kaynak telefonda arkadaşlarımla yaptığım “acaba bir süre daha Amerika’da mı kalsam” şeklindeki konuşmalarımı kendi kafalarında kurdukları komplo teorisine “veri” olarak kabul edip “Emre Uslu Amerika’dan dönemiyor” diye rapora dönüştürdüler. Yandaşların kulağına fısıldayıp operasyon yapmaya kalktılar ve fena çuvalladılar.
Tıpkı bu örnekte olduğu gibi son dönemlerde yaşanan birtakım operasyon problemlerinin arkasında işte böylesi bir mantalite yatıyor. Yani güvenlik birimleri önsezilerini veya komplo teorilerini elektronik istihbaratla destekleyecek veriler bulmaya başladığında ilk kurdukları “bu adam şu örgüttendir” tezine uyan her veriyi dosyaya ekleyerek araştırmalarını derinleştiriyorlar. Dosya kalınlaşıp inceleme derinleştikçe herkes ilk tezin sağlam olduğuna inandığından karşısına çıkan her tuhaf durumu o tezin ana verisi gibi okumaya başlıyor. Bu da yanılgılara neden oluyor.
Uludere faciasında da istihbaratı ilk gelen bilgideki Fehman Hüseyin sınırı geçip eylem yapacak tezine uydurmaya çalıştılar. Askerler, “istihbarat kesin doğru kabul edildiğinden” Heron görüntülerini de telsiz kestirmelerini de anlamaya çalışmadı durumu gelen istihbarata göre anlamlandırmaya çalıştı.
İstihbarat çok kesin bir dille verildiğinden, yerel birimlere sorulursa sızma endişesi taşıdığından yerel birimlere de sorma ihtiyacı hissetmediler veya sormak istemediler.
Eğer o askerler telefon açıp Ortasu Karakolu’na istihbaratın doğru olup olmadığını sorsaydı, bugün şunu tartışıyor olacaktık: MİT’ten gelen istihbarat bilgisi kesindi, yerel birimlere sorulduğu için istihbarat sızdı ve Fehman Hüseyin kaçtı. Hatta komutan yerel birimlere sorup operasyon yapmasaydı “34 masum köylüyü ölmekten kurtardın teşekkür ederiz” demezdi kimse. Aksine bu istihbaratı yerel birimlere danışarak sızdırdın Fehman Hüseyin bu nedenle kaçtı diye soruşturma açılırdı o komutanlar hakkında.
Aslında elektronik istihbarat dediğimiz teknolojinin sağladığı olanakları her geçen gün kullanan güvenlik birimleri bir süre sonra bu teknolojinin esiri oluyor. Her şeyi teknolojik takip ile çözebileceğini düşünüyor. Özellikle network analizi denen bilgisayar programları üzerinden kişilerin ilişkileri anlamlandırılıp telefon tape’leri ile bu ilişkilerin “delilleri” toplanıyor. Bu bir kısırdöngü aslında güvenlik birimleri için. Hem kolaylık sağlıyor hem de büyük hatalar olabiliyor.
Bu sitemde insan istihbaratı azaldığından dolayı özellikle “hub” (terminal) kişiliklerin kolayca kuşkulu olması durumu sözkonusu oluyor. Diyelim siz doğanız gereği çok sosyal bir kişiliksiniz ve her kesimden insanlarla kolayca iletişim kurabiliyorsunuz ve her kesimden insanla muhabbetiniz var. Bir suç örgütünü uzaktan izleyen polis tarafından elektronik takip ve telefon trafiği ile sizin bu örgütten insanlarla “anlamsız” görünen ilişkiniz görüldüğünde ânında üzerinize bir kırmızı bayrak konabiliyor.
Eğer takip döneminde polis için zaman sınırı varsa, veya kamuoyu baskısının olduğu durumlarda polis elektronik istihbaratı fiziksel istihbarata dönüştüremeyebiliyor. Bu durumlarda şüpheli herkes gözaltına alınıyor, o kırmızı bayrağı izah etmek şüpheliye düşüyor. Ahmet Şık’ın kitabının Odatv’de bulunması bu durum için güzel bir örnektir.
Hub kişileri elektronik takip altında tutan polis çoğunlukla kim olduklarını bilmez. Bu nedenle gözaltına alındıklarında çıkabilecek gürültüyü de hesap edemez. Örneğin Ahmet Şık, Büşra Ersanlı gibi kişilerin kim olduğunu bence polis operasyon öncesinde bilmiyordu. Elektronik yoğunlaşmanın olduğu yerlere odaklanan polisin bu konuda çok ama çok daha dikkatli olması gerekiyor.
Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.
Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...