Batılı ülkelerin, konu dış politikaya ya da başka milletlerin kendi içlerindeki insan hakları ihlallerine gelince, çifte standartlı davrandığı sır değil. Frantz Fanon’un efsanevi “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına yazdığı uzun mu uzun manifestovari önsözde Jean Paul Sartre, Fanon’un, Beyaz Adam’ı, Üçüncü Dünya’da da kendi değerlerini uygulamaya çağırdığının altını çizer. Ancak, konu kendi iç meselelerine, kendi vatandaşlarının insan haklarına, kendi adalet ve hukuk sistemlerine geldiğinde, Batılıların, mümkün olduğu kadar adil, objektif ve siyasetten uzak tavırlar aldığını da biliyoruz. Yani Havuz’un eski liberal yazarları, ABD yargı sisteminin, Reza Zarrab ve onun ağababaları ile ilgili olarak başlattığı kara para ve yolsuzluk davasının, siyasi olduğunu ispatlamaya boşuna zahmet etmesinler.
Reza’nın İran’da müebbet hapis yatmak ya da “devleti için evlat (Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu mesela) feda etmeye hazır” neo-Ottomanist “evlat-boğucu” birilerinin fetvaları ile Türkiye’de mafyaya kan banyosu malzemesi sağlamaktansa, ABD adaletine sığındığı giderek netlik kazanıyor. Bu durumda, 17 ve 25 Aralık 2013’te Türk yargı sisteminin yapmaya çalıştığı operasyonların bir darbe değil, deşifre olma riski artan dosyaları kurtarmak için panikle yapılmaya çalışılmış adli işler olduğunu umarım şimdi daha kolay takdir ediyoruzdur.

Reza, ABD’ye, FBI’a ve bugüne kadar tuttuğu her şeyi koparmış ve boşa dava açmamış, Savcı Bharara’ya sığınarak Türk mali polisinin ve savcıların hakkında tespit ettiği suçlamaları genel itibari ile kabul etmiş bulunuyor. Bundan sonrasını, onun Türkiye’deki illegal işlerini, ayakkabı ve çikolata kutularında paralar ve çok pahalı saatler karşılığında kolaylaştıranlar düşünsün.
Peki, bir kısım “oh olsuncu” ve “ortacı” kadronun yani “Cemaat ile AKP bitirsin birbirini, biz de seyredelim” fırsatçılarının dile getirdiği, “AKP’nin yolsuzlukları da doğru, yargı darbesi iddiası da doğru” hükmü, post-Reza döneminde ne kadar anlam taşıyor? 17-25’in “Dershane krizi” sonrasına gelmesi ile birlikte böyle bir görüntüye imaj açısından malzeme oluştuğu elbette ortada. Bu biraz, yerde kanlar içinde yatan birisinin başında, ona eğilmiş birini görmeye benziyor. Elbette, bu kişiyi derdest edip, katil o mu diye sormak meşrudur.

Ama, suç işlenirken oradan geçmekte olan ve yardım için çabalayan birisi de olabilir bu kişi. Yapılması gereken, görüntülü delil kabul edip, hükme varmak değil, kamera görüntüsü, görgü şahidi, parmak izi, kan izi, DNA analizi vs. ile gerçeği ortaya çıkarmaktır. 17-25’ten bu yana 2.5 yıl geçti ama bunu, polis ve savcıları hapse atan çakma mahkemeler de dahil hiç kimse yapmadı. Ortada 17-25’in “Hizmet’in AKP’ye  darbesi” olduğuna dair bol bol iddia var ama devletin tüm imkânlarına rağmen hiçbir somut delil ve hatta emare bile yok.
Madem görüntülere önem veriyoruz, şu da bir görüntü değil mi: Reza ve pek çok başka yolsuzluklarının takibe alındığını fark eden muktedirler, Hizmet’ten bazı kişilerin de “büyük ve güçlü görünme hastalığı” sonucunda üfürdüğü, “Ergenekon davalarının arkasında biz varız, her yerde arkadaşlarımız var” vs. gibi ütopik ama kamuoyunda alıcısı olan bir algı üzerine bir oyun kurguladılar. Bu kurguda, kendisine AKP’nin atak yaptığı Hizmet, intikam almak üzere savcı ve polisleri harekete geçiriyordu. Durduk yere, hiçbir tartışma ve talep olmaksızın, Hizmet’i ciddi şekilde ajite edeceği belli olan dershane yasasını, belki de sırf bu hikayeyi kurgulamak için ortaya attılar ve bu güya dışarı sızmış oldu! Bu kurgunun ne kadar çok başarılı olduğunu seçmenin %49’unun hâlâ AKP’ye oy vermesinden ve Hizmet’in itibarının %10-15lerde olmasından anlamak mümkün.
Elbette bu yazdığım ikinci senaryoya, yani AKP kurgusuna dair elimde somut bir delil yok. Ama, birinci senaryoya iman edip, delil görmeden gönül verenlerin post-Reza döneminde, bu kurguya da kafa yormaları asgari ahlakın gereğidir.

Kaynak: Meydan