Not: Bu yazı aslında yazılmayacaktı, yazılmasında bir gereklilik yoktu ve faydalı da değildi. Fakat içinde bulunduğumuz sürecin getirdiği şartlar bu yazıyı zorunlu kılmıştır. “Biz günleri, insanlar arasında döndürür dururuz…” (3; 140) ayetinde ifade edildiği gibi, şahıslar değişse de karakterler ve vasıflar değişmediğinden, tarih aynı muhteva üzerinde tekerrür ediyor zira.
Özellikle 17-25 Aralık sürecinden sonra Cemaat’e karşı yapılan baskı ve zulümlerde, diğer cemaat ve tarikatların sessiz kalmanın ötesinde bu zulme destek olmaları, toplumdaki bölünme ve çatışmanın artmasında etkin bir rol oynadı. Fethullah Gülen’in yapmış olduğu mülaane (çoğuna göre beddua) büyük bir tepki topladı, Cemaat’in yayın organlarının sert dili eleştirildi, Fethullah Gülen ve Cemaat’i ağır hakaretlere maruz kaldı.
Bir âlim nasıl olur da (hele de Müslümanlara) beddua ederdi? Kendilerini muhabbet fedaileri diye tanımlayan bir cemaat nasıl olur da üslubunu bu kadar bozardı?
İşte meselenin başında ifade edilen ayet bir kez daha hükmünü gösterdi ve zaman aynı muhteva üzerine farklı şahıslarla tekerrür etti. Çok değil 65 sene öncesinde Bediüzzaman ve bir şeyhin arasında cereyan eden hadiseleri okuduğunuzda benzerliği göreceksiniz.
Yazıya başlarken “bu yazı aslında yazılmayacaktı” dedim. Fakat Akp’nin güdümünde olan Türkiye ve Star gazetesinde çıkan yazılar (http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/fuat-bol/583927.aspx – http://haber.star.com.tr/acikgorus/mesihler-mehdiler-ve-risaleler/haber-1058880 ) ve Tgrt’nin kadrolu hocası Osman Ünlü açıklamaları (http://www.risalehaber.com/tgrtde-said-nursiye-hakaret-yagdirdilar-219476h.htm ) bu yazıyı gerekli kılmıştır. Hele de Akp’ye eklemlenen Risale-i Nur cemaatlerinin bu yazılar ve ifadeler karşısında sessiz kalıp ama mesele Fethullah Gülen’e ve Cemaat’e gelince aslan kesilmeleri bu yazıyı daha da elzem kılmıştır. Üstadlarına yapılan hakaretler karşısında bir dernek, bir vakıf, bir arsa (havuz sularından gelecek damlalar) karşısında lâl kesilmeleri ibretliktir, alabilene…
BEDİÜZZAMAN, MÂLUM ŞEYH, BEDDUA VE ÜSLUB
Risale-i Nur eserinin müellifi Bediüzzaman Said Nursi, bazı meseleler hakkındaki düşüncelerini ileri bir tarihte neşredilmek üzere yazdırmıştır. Münafıklar Risalesi ve Vehhabiler Risalesi bunlardan bazıları olup, çoğu yayınevi tarafından neşredilmiş ve zamanla neşredilmektedir. Neşredilmeyen Risaleler ise Bediüzzaman’ın şahsi mektupları ve yine ileri bir tarihe ertelenen meselelerdir ki, bunlar Risale-i Nur’u yakından takip edenler tarafından “Gayr-i Münteşirler” olarak bilinmektedir.
Kendi ifadeleriyle; seksen küsür senelik hayatı harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde geçen, çekmediği cefa, görmediği eza kalmayan, Harp mahkemelerinde bir câni gibi muamele gören; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollanan, memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edilen, tecritte kalan, defalarca zehirlenen, türlü türlü hakaretlere mâruz kalan Said Nursi sadece baskıcı hükümet yetkililerinden zulüm görmemiş, bunun yanı sıra bir de tarikat şeyhlerinden, hocalardan, âlim görünen insanlardan eziyet çekmiş, zulüm görmüştür.
Siyaseti ve aktif mücadeleyi Eski Said döneminde bırakan, Yeni Said döneminde ise bütün mesaisini Risale-i Nur yazmaya harcayan, hele hele hiçbir Müslüman ile uğraşmayan, bilakis aynı düşüncede olmadığı Müslümanlara dahi iltifat eden Bediüzzaman, sakalı olmadığı için, Cuma namazlarında gitmediği için tenkit edilmiş, genç yaşında “her soruya cevap verilir” meydanı okuduğu için daha fazla tahammül edemeyen hocalar tarafından (1907-İstanbul) suikastla öldürülmek istenmiştir.
Kendisiyle en çok uğraşanlardan birisi de; Türkiye’nin yakından tanıdığı, Necip Fazıl Kısakürek’in de şeyhi olan Abdulhakim Arvasi (Üçışık)’tır. Bu zât aynı zamanda Türkiye gazetesi ve Tgrt (İhlas Holding) patronlarının şeyhidir. İşte Türkiye gazetesi ve Tgrt’de Bediüzzaman’a yapılan hakaretlerin temelinde de bu mesele vardır.
Abdulhakim Arvasi evvela Bediüzzaman’ın ebced ile ilgili yazdığı Risaleleri (ağır da olsa) eleştirmekle başlamıştır. Bediüzzaman ise kendisine Kastamonu Lahikası eserinde (1936) şöyle cevap vermiştir; (Yazı genele hitap ettiği için Risale metinleri sadeleştirilmiştir)
“Asıl şaşırdığım nokta; o itiraz eden zât, (Arvasi) benim ilim zincirimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim’in (k.s.) ve en çok bağlandığım İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) bir talebesi olduğu halde, herkesten çok kusurlarıma, eski hayatıma, taşkınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle bana yardım etmesi gerekirken, ondan gelen bu itiraz, bazı zayıf arkadaşlarımıza ümitsizlik ve ehl-i dalâlete bir koz hükmüne geçtiğini çok üzülerek işittik. O ihtiyar zâttan, bu yanlış anlaşılmayı düzeltmesini, hem duasıyla, hem tesirli nasihatiyle yardımını bekleriz.”
Bu mektuptaki iyi niyetli çağrıya mukabele etmeyen Arvasi, Bediüzzaman’a karşı hücumlarını ve tenkitlerini arttırmıştır. Bediüzzaman ise yine Kastamonu Lahikası’nda talebelerine hitaben şu mektubu yazmıştır;
“Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde sabah namazı tesbihatında İstanbul’daki ihtiyarın (Arvasi) kötü niyetli ve şahsıma karşı çirkin ve ağır gıybeti üzerine, Eski Said damarıyla nefs-i emmarem heyecana geldi. “Mazlumum, bu kadar zulüm çekilmez!” dedi, intikam almak istedi. Sonra birden kalbime geldi:
“Belki Risale-i Nur’un İstanbul’da neşredilmesine bir vesile olur. Sen madem dünya ve ahiret hayatını Risale-i Nur’a feda ediyorsun; nefsinin izzetini ve onurunu da feda et. Hem Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) “mecnun” tabirini kullanan insanlar bulunduğu gibi, senin, o güneşe (Peygamberimize) nispeten küçücük onurunun kırılmasına ehemmiyet verme” diye ihtar edildi, benim de kalbim rahat etti.”
Bulunduğu meclislerde Bediüzzaman’a ağır ithamlarda bulunan Arvasi hızını alamamış, hükümetin Nursi’ye yaptığı baskı ve zulümlerde de etkin rol oynamıştır.
Bediüzzaman Barla’da ikamet ederken, bir kandil gecesi (veya Kadir gecesi) kaldığı evin altındaki mescid jandarmalar tarafından basılıyor ve içerdeki cemaat kaba kuvvetle dışarı çıkartılıyor. Bu husus ise Mektubat adlı eserinde (28. Mektub, 4. Mesele) anlatılıyor;
Talebeleri tarafından sorulan “Bu hadisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?” sorusuna Bediüzzaman, daha önce hiçbir Risale’de kullanmadığı bir üslubla, çok sert bir şekilde cevap veriyor. Zira Bediüzzaman Said Nursi, Risalelerinde “Eski Said lisanıyla, Eski Said kafasıyla cevap vereceğim” diyorsa, anlaşılıyor ki devamında sert konuşacaktır. Yukarıda paylaştığım Risale’de de “Eski Said damarıyla heyecana gelip, intikam almak istedim” sözünden bunu anlıyoruz.
Bediüzzaman, bu hadise üzerine sorulan soruya verdiği cevapta şu ifadeleri kullanıyor;
“Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.” (11; 113) ayeti, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki alçakça meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür. İşte, bir ehl-i kemâl (Namık Kemal) şu âyetin çok cevherlerinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:
Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten.
(Dünyada zalimlerin yardımcıları alçaklardır
İnsafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan ise köpeklerdir)
Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, ajanlık edip, güya cinayet işliyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin meâlindeki tokada müstehaktır.”
İşte üslubunu asla bozmayan ve hakaret etmeyen Bediüzzaman, bu baskı ve zulümlere daha fazla dayanamıyor ve işin arkasında olanlara köpek diyor. (Hakaret etmeyip sert üslub kullandığı için Cemaat’e tepki gösteren üslubçulara ithaf olunur.)
Aynı mektupta ifade ettiği “vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirakiyle” gerçekleşen bu hadisenin arkasından Abdülhakim Arvasi çıkıyor. İşte bunu da “gayr-i münteşirler” adı verilen yayınlanmayan Risaleler’den anlıyoruz.
Emirdağ döneminde talebelerine yazdığı mektupta Bediüzzaman şunları ifade ediyor;
“28. Mektubun 4. Mes’elesinin neşredilmeyen 3. Noktasıdır:
Hayret edilecek, hem acınacak, hem çok üzüntü verecek bir mesele: Bir zât (Arvasi) ilim ehli iken bize karşı yardımı ve bize hücum edenlere karşı müdafaası dini bir vazifesi iken; aç gözlülüğü ve kuruntusu yüzünden ve korkaklığı sebebiyle, sonra evlada (o zamanlar müftü olan Ahmet Mekki Üçışık) şefkati (fakat uğursuz bir şefkat) cihetiyle bana karşı zındıkların hücumunu kolaylaştırdı. Belki bilmeyerek nüfuzumu kırmak arzusuyla Sözler namındaki nurlu kitapların kıymetini düşürtmek ve muhtaçları o Nurlardan soğutmak hizmetinde bilerek veya bilmeyerek âlet oldu. Ve zındıkların propagandasını yapan ve bu defaki gibi tecavüzü hazırlayan oğluna o uğursuz şefkat ile yardım ediyor. Çok defa müracaatla beraber imamlık vesikamı tasdik etmedi. Geçen sene bana hususî camiimde namazımı tatil ettiren (mescidi bastıran) yine bunlar imiş ve bunun kuruntusu sebebiyet vermiştir.
Altı senedir sabrettim, sana bir şey demedim. Artık yeter! Bir iki kelime senin menfaatin için söyleyeceğim.
Efendi! Eğer sen kuruntu yüzünden korkup böyle yapıyorsan, o korku pek ehemmiyetsizdir. Asıl şimdi kork ki, gayet dehşetli bir hataya düştün. Müthiş bir korkuyla karşı karşıyasın. Eğer makam sevdası yüzünden böyle yapıyorsan, inananlar nazarında bundan sonra bu vakaları işitenler sana karşı ne düşünecekler düşün, aklını başına al! O aç gözlülük, kuruntu ve şefkat yüzünden ne kadar ziyan ettiğini anla. Tevbenin kapısı açıktır. Zararın neresinden dönülse kârdır.”
Kendisine hiçbir şey yapmadığı ve söylemediği hâlde rejime arka çıkıp Bediüzzaman’a bu eziyetleri yaptıran Abdulhakim Arvasi, yazılan mektuplardaki uyarıları dikkate almaz, Bediüzzaman’ı ve talebelerini kafirlikle itham etme yoluna kadar gider. Ve artık dayanacak hâli kalmayan Bediüzzaman (şartlı) beddua eder ve talebelerinden de talepte bulunur;
“50/332 12/302 147/927 436/297
(Ahmed Nazif ve arkadaşlarına yazılan bir mektubun suretidir. Belki size de faydası var diye gönderildi.)
Aziz, sarsılmaz, sıddık, kahraman kardeşlerim!
Bugün tesbihatta hatırıma geldi; Risale-i Nur talebelerinin yeni bir müdafaa silahı mânâsında kalbime geldi ki: Abdülhakîm gibi mantıksız ve mânâsız tecavüzlere karşı kullanılabilecek tesirli bir silâh, o da şudur: Bütün Risale-i Nur talebeleri müşterek bir noktaya dua etmeleridir. Madem biz mazlumuz, madem karşımızda zındıklar ve dalâlet var. Bize ilişen zındıkaya yardım eder. Eğer o adam yazdığımız mektupla hakikate karşı uyanır, pişman olur ve tamire çalışırsa onu Risale-i Nur talebeleri haklarını helâl ederler. Yoksa Kur’ân’ın hizmetinde bizi istihdam eden Zât-ı Zülcelal’in adaletine havale ederek, “Yâ Rabbi, haksız bize zulmeden, vazifemize zarar veren adamları ya ıslah eyle, ya intikamımızı al” diye bütün talebeler bu duada ittifak edecekler. Tecavüz edenlerin kuvveti varsa dayansınlar. Risale-i Nur’un has talebeleri her biri yüzer ruhu olsa imanına feda ettiği halde böyle bir zamanda onlardan birisini kıskanıp zındıklara hoş görünmek fikriyle tekfir etmek (kafirlikle itham etmek) ne derece bir cinayet olduğunu veya Beşinci Şua’nın tokadına uğrayan vekillerin teşvikiyle zındeka hesabına Risale-i Nur’un hâlis, muhlis talebelerini yalanlayıp veya dalâlete itmek, kabirdeki cenazeleri de ağlatacak bir cinayet ve İslâmiyete bir ihanettir. Bu ihanet ve cinayete karşı silâhımız bedduadır. Eğer o adam ısrar eder, pişman olmazsa; kat’iyen anlaşılıyor ki, arkasında dehşetli zındıklar onun bunamasından ve zayıf damarından veya korkaklığından istifade edip kullanıyorlar. O bedduaya müstehak olurlar. Bu mektubu İstanbul’a gönderme. Yalnız bir vasıta ile ısrarından sonra bu gelecek fıkrayı ona gönderirsiniz.”
- Mektub, 4. Meselede mescidin jandarmalar tarafından basılması hadisesinde, şu husus da soruluyor;
“Sual: En inatçı dinsizleri bile ıslah etmeye çalışıyorsun ve yapıyorsun da! Peki neden sana tecavüz eden bu adamları çağırıp onlara da anlatmıyorsun?
Elcevap: “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.” Alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, zararlı şişe parçalarıyla değiştirir gibi, münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara gerçekleri söylemek, hakikate karşı bir hürmetsizliktir.
“Öküzün boynuna inci takmak” atasözündeki gibi olur. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa gerçeği işittiler, biliyorlar. Ve bilerek, hakikatleri zındıka dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.”
Kendisini tanımayarak, anlamayarak, kendisi gibi inanmadığından korkan ve üstüne gelen devlet yetkililerine anlatabilecekleri varken, kendisini tanıdığı, kendisiyle aynı kıbleye yöneldiği, kendisiyle aynı düşünceleri ve inançları paylaştığı insanlara bir şeyler anlatmanın ne kadar boş olduğunu anlatıyor Bediüzzaman. Tıpkı bugün Cemaat’i çok iyi tanıdığı ve bildiği halde, onu bitirmek için and içmiş idarecilere bir şey anlatmanın boş olduğu gibi…
İşte şahıslar değişse de vasıflar değişmiyor ve 1900’lü yıllarda yaşananlar 2000’lerde de yaşanıyor.
Devlet, paralel bir yapılanma kurarak darbe yapmak şüphesiyle Bediüzzaman’a hayatı zindan ediyor. Diyanet vasıtasıyla imamlık sertifikasını tasdik ettirmiyor. Tıpkı bugün olduğu gibi diğer tarikat ve cemaatleri düşman gördüğüne karşı rahatlıkla kullanıyor. Hakaretler edip, iftiralar atıyor.
İnsan, zulme maruz kaldığında zalimlere (dini ne olursa olsun) beddua edebiliyor, üslubunu sertleştirebiliyor.
Çünkü; “Biz günleri, insanlar arasında döndürür dururuz…” (3; 140)
YAZAR:
@beratulistihlal
Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.
Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...