Gündeme dair konularda derinlemesine analizler yapma iddiasıyla yola çıkan Maviyorum sitesinde bugün çok ilginç bir yazı yayımlandı.

Ahmet Kuru’nun yazdığı derinlemesine bir muhafazakarlık eleştirisi olan yazıyı ister gözlem, ister ağıt, isterse de özeleştiri olarak okuyun. İşte o yazı.

Türkiye’de AKP iktidarında yaşanan otoriterleşme (ve eşzamanlı olarak Arap Baharı’nın, kışa dönüşmesi) acı bir süreç. 2011 sonundaki Uludere Olayı ile kendisini hissettirmeye başlayan süreç, 2013 ortasındaki Gezi Olayları ile benim için başlamış oldu. Bu sürece kadar Türkiye’nin İslam ile demokrasinin bağdaştığı bir örneği tüm dünyaya göstereceği umudunu taşıyordum. Arap Baharı’ndan da o kadar ümitliydim ki ailecek 2012 Sonbaharını Katar’da geçirdik. Brookings’in Doha Merkezi’nde Arap Baharı’na Türk Modeli temalı çalışmalar yaptım. İkinci çocuğumuz da orada dünyaya geldi. Sonuçta elde ne Arap Baharı kaldı, ne de Türk demokrasisi.

Bu makaleyi bir akademisyen olarak değil; 30 yılı aşkın bir zamandır hemen her gün Türkiye’yi düşünmüş ve en sonunda bundan pişman olmuş biri olarak yazıyorum. Rahmetli babam gençlik yıllarından itibaren ömrünü DP-AP-ANAP çizgisinde siyasete adamış biriydi ve belki de bu yüzden ilkokuldan itibaren Türk siyaseti ile ilgilendim. Keşke, diyorum, Türkiye’yi düşüneceğime başka şeylerle uğraşsaymışım. Az gidip, uz gidip…bir arpa boyu yol gidememek çok üzücü.

Bu süreçte bir çok ezberim bozuldu; doğru bildiğim bir sürü şeyi sorgulamak zorunda kaldım. Aldığım bazı dersleri bu yazıda kendime not düşme amacıyla özetleyeceğim. Kimseye ders verme gibi bir niyetim yok; zira asıl ders alan benim. Bazı genellemelerimin, özellikle 4. ve 5. maddelerde, aşırı olduğunun farkındayım. Neylersiniz ki üç yılda, onlarca yılda yaşanabilecek hızda olaylara tanık olduk. Bunları yedi maddede özetlemek istiyorum.

Burada sadece Türkiye’ye dair tecrübelerimi aktaracağım. Arap ülkeleri hakkında da, bazı farklılıklarla beraber, oldukça benzer şeyler düşünüyorum.

1- Hizmet hareketi ve daha ufak istisnalar sayılmazsa, AKP tüm muhafazakar elitleri temsil eden bir yapı. Tayyip Erdoğan diktatörleşirken, AKP liderine hizmette kusur etmemekle meşguldü. Partide üst düzey yetkiye sahip olanlar bile biat kültürü ile hareket etti.

Bu noktadan bakınca muhafazakar, hatta daha da genel ifadeyle sağcı, elitlerin Türkiye’yi yönetecek bir kapasiteleri olmadığı anlaşıldı. Osmanlı geçmişine, Türk kültürüne ve İslam dinine dayalı bir birikimleri olduğunu, Kemalistlerden ve Batının baskısından kurtulunca Türkiye’yi gül devrine döndüreceklerini iddia ederlerdi. Bunların hepsi masalmış. Yeterli siyasi veya entelektüel birikimleri yokmuş.

Muhafazakar seçkinler modern siyasetin önemli sorunları hakkında yeterince kafa yormamışlar. Orta Çağ mirası fikirlerle, 21. Yüzyılda vahşi bir güç mücadelesi yapıyorlar. Kemalistleri ve Batılıları eleştirme dışında nerdeyse tek bariz özellikleri din ve milliyet sömürüsü üzerinden popülizm yapmak.

2-AKP’li olmayan; seküler Kemalist, milliyetçi Kemalist veya kendini liberal sanan seçkinler daha mı iyi? Göreceli olarak evet. Ama kaliteleri dünya standardının altında. Devlet Bahçeli’den Anayasa Mahkemesi üyelerine, TÜSİAD’dan HSYK üyelerine, Doğan Medya’dan Ciner grubuna, elitler nerdeyse Erdoğan’ın öfkesini üzerlerine çekmeme prensibine göre yaşıyorlar. Ülkenin gidişatına yön verebilecek bir iradeleri yok.

Ergenekon davaları sürecinde canı yanan bazı Kemalistler mesaiye “bugün cemaate düşmanlık için ne yapabilirim” sorusuyla başlıyor gibiler. Cemaati linç etmek hem bir intikam lezzeti, hem de Erdoğan’a destek olma utancını örtecek bir bahane. Kürtlere yapılan zulümler de diğer bir lezzet kaynağı ve Erdoğan’a desteğin diğer önemli bir gerekçesi.

Demek bir asırlık Cumhuriyet birikimi ne şahsiyetli bir burjuvazi oluşturabilmiş, ne organize bir işçi sınıfı, ne mesleğine saygılı gazeteciler, ne hukukun üstünlüğünü temin edecek hakimler, ne de devlet aklını temsil eden bürokratlar. Cumhuriyet’in ötesinde söylenen ‘bin yıllık devlet geleneği’ de bir masalmış.

3-Tüm bunlar olurken halk, özellikle de muhafazakar kitle, sütten çıkmış ak kaşık mı? Tabii ki hayır. Muhafazakar seçmen AKP’ye seçim üstüne seçim zaferi sunarak diktatörlüğe giden yolun taşlarını döşedi.

Oy vermenin ötesinde muhafazakar kitle Alevilerden Kürtlere, cemaatten akademisyenlere kadar bir çok guruba uygulanan baskılara sessiz destek verdi. AKP popülizmi ile muhafazakar kitlenin dış düşman / iç hain komploları birleşince ortaya korkunç bir şey çıktı. Batı’nın ürettiği demokrasi, insan hakları gibi kavramlara yabancı kalması da muhafazakarların içine düştükleri kısır döngüden çıkmalarını zorlaştırdı.

“Dini gruplar sivil toplum örgütü değildir” diyenler tezlerini ispatlayacak delil olarak Türkiye’nin son üç yılından iyisini herhalde zor bulurlar. Tarikat ve cemaatlerin belkemiği olduğu bir sürü dini vakıf ve oluşum aşk ile Erdoğan’ın arkasında dizildiler.

Birçok tarikat mensubunun “ölüm döşeğinde şeytan bir bardak su ile gelip imanımı çalmaya çalışacak, şeyhim gelip kurtaracak” inancını taşımasının ne kadar sorunlu bir şey olduğunu da bu süreçte iyice anladım. Böyle bir şeye inanan insanlardan ne çıkar bilemem, ama demokrasi çıkmaz. Demokrasi özgür ve eşit bireyler üzerine kurulu bir düzendir.

Şeyhini asrın kutbu, en büyük evliyası görenlerin, şeyh ölünce yerine damat veya oğlunun geçmesini garipsemediği bir taban, Erdoğan’ın yerine de damadının geçmesini tabii ki doğal karşılardı. Bunu çok daha önceden görmeliydim. Yobaza yobaz demek gerekiyormuş.

4- Ben Türk toplumun eğitim oranının, sözgelimi ABD’ye oranla, çok daha düşük olduğunu süreçten önce de biliyordum. Kişi başına ortalama okul eğitimi Türkiye’de 7.5 yıl iken ABD’de 13 yıl. Buna rağmen, örgün eğitimi düşük olan muhafazakarların dinden kaynaklanan bir vicdanları, ahlakları ve basiretleri olduğunu düşünürdüm. Yanılmışım.

Türkiye’de belki de en önemli problem ahlaksızlık. Zaten ahlak tamamen cinselliğe indirgendiği ve onda bile tutarlı bir dürüstlük sağlanamadığı için her şey birbirine karışmış durumda. Vergi vermeyen, elektriği kaçak kullanan, kopya çeken, başkalarına zulmetmekten çekinmeyen insanlar kendilerini çok dindar ve ahlaklı olarak sunmaya utanmıyorlar.

‘Necip Türk milleti,’ ‘Müslümanlığı en doğru yaşayan millettir Türkler’ gibi ifadeler doğru değilmiş.

Türkiye’de ve Arap ülkelerindeki Müslümanlar, beğenmeyip, ebedi Cehennemlik diye dalga geçtikleri Batılılardan ahlak öğrenmeliler. Batılılar aklı kullanarak, kainattaki ilahi tecellilerinden dersler çıkararak, insanın içindeki vicdanı harekete geçirerek bir ahlak sistemi kurmuşlar. Bu sistemi kendi kurumları ve kurallarıyla korumaya çalışıyorlar. Müslümanlar, Batının tecrübesinden dersler çıkarmalı.

Yalan söylemenin, iftira atmanın, rüşvetin, haksız menfaatin, adam kayırmanın, kopya çekmenin, haksızlık karşısında susmanın yanlış olduğunu unutmuş görünen Türkler, Batı’nın teknolojisini aldıkları gibi, bu konularda ahlakını da güzel yönleriyle örnek almalılar. Mesuliyet alıp istifa etmenin, özür dilemenin ve hatta tebessümle, içten gelerek selamlaşmanın nasıl yaşandığını görmek için Batılı ülkelere veya Japonya gibi Batı-dışında gelişmiş ülkelere gitmeliler.

5-Asıl derin meseleye gelirsek…Din Türkiye’de ahlak üretmiyormuş. Sürecin başında ‘din anlayışı doğru, ama uygulama yanlış’ diyenler vardı. O kadar çok yanlışı görünce, onlar bile vazgeçti. Şimdiki genel kanaat şu: ortada yanlış bir din anlayışı var.

İnsanoğlu cahil ve kibirli bir varlık. Kendi din yorumlarını kutsuyor. Müslümanların din anlayışları son derece şekilci. Baş örtmek, içki içmemek gibi şekil şartları dışında içerik, öz pek kalmamış. Bu tarz din anlayışının tenkit edilmesi ve dinin sosyal hayata dair hükümlerinin zamanın değişen şartlarına göre yeniden yorumlanması lazım. Yoksa bırakın düzgün bir siyasal ve sosyal sisteme ilham kaynağı olmayı, ahlak bile üretmiyor.

Muhafazakarlar bir yandan İslam’ın her tür dünyevi sorunu çözeceğine inanıyor, öte yandan da İslam’ın kaynağı olarak sadece Kur’an, hadis, icma ve kıyası kabul ediyorlar. Fakat Kur’an’da da sıkça zikredilen kainatı bir kitap gibi okumayı ve tarihi hadiseler ile bütünüyle varlık üzerine tefekkür etmeyi nerdeyse hayatlarından çıkarmışlar. Hatta düşünenleri ‘çok derine dalma, sapıtırsın; felsefe yapıp dinden çıkma’ gibi sloganlarla caydırıyorlar.

İslam’ın bilgi kaynakları içine akıl ve gözleme dayalı bilim eklenmeli. Sadece metin okuma iddiasındaki ve herkesi bidat (yenilik) üretmekle suçlayan Vehhabilerin içine düştükleri çelişkiler herkese ders olmalı. Mekke’deki tarihi eserleri yıkanların torunları, kutsal şehri, yapmacık ve gösterişli binalarla dolu olma açısından, Las Vegas’a benzetme yarışında. Türkiye dahil Müslüman ülkelerden ciddi bir tepki yok.

Akıl ve bilimin, dini metinleri anlamada önemli kaynaklar olarak görülmesi gerektiğini söylediğimde, çevremdeki okumuş insanlar bile hep ‘o kapıyı bir açarsan sonu reformist olmaya varır’ derlerdi. Artık onlara şu cevabı veriyorum; ‘kapıyı kapattığınızda da ortaya çıkan sonuçlardan biri IŞİD!’

İhya-u Ulumi’d Din adlı eserinde İmam Gazali’nin şu mealde bir ifadesi var: Aslında Ahmed b. Hanbel birçok ayet ve hadisin müteşabih (metaforik) olduğunu bilirdi ama avamın kafası karışmasın diye onlara yönelik yorum kapısını kapattı. Peki kafası karışmasın diye avama, hatta seçkinlere, dini siyah-beyaz diye anlatmanın sonucu iyi mi oldu? Yüzyılların birikimi olan yobazlıkla kim, nasıl mücadele edecek? Durgun bir suyun kokuşması gibi asırlardır durağanlaşmış ve son üç yılda kokusu Türkiye’den bile dünyaya yayılan İslami düşünce tekrar nasıl tazelenecek?

Hz. İbni Abbas’ın ‘Devemin ipi kaybolsa Kur’an’da bulurum’ dediği rivayet edilir. Mecazen mi demiş, gerçekten mi demiş; ipini bulmuş mu, bulmamış mı, bilemem. Ama Müslümanlar ipin ucunu çoktan kaçırmış durumdalar. Akıl ile bilim olmadan, Kur’anı da hayatı da doğru anlayamıyorlar.

6-Aslında son süreçteki hayal kırıklığım ne Türkler ne de Müslümanlarla sınırlı. İnsana karşı, hangi din ve milletten olursa olsun, güvensizlik hissediyorum. Türkiye’nin yaşadığı üç yıllık acı veren süreç boyunca AB ülkeleri de ABD de yeterli bir tutarlılıkla demokrasi ve insan haklarını savunmadılar. Kendi çıkarlarını önceleyen bir çizgi takip ettiler.

ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın iki adaydan biri olması hayal kırıklığımı Amerikan dış politikasından, iç siyasetine taşıdı. Umarım ABD hakkında da ‘süreçten dersler’ konulu bir yazı kaleme almak durumunda kalmam. Zaten ABD’den beklentilerim de hiçbir zaman Türkiye’ye dair hayallerim kadar büyük olmadı.

Anlaşılan insanoğlu zalim ve aceleci bir varlık. Kontrol edilebilmesi için kurumlar ve kurallar çok güçlü olmalı. İnsanlar arası güven bu kurumsal yapı üzerinden tesis edilmeli. Aksi halde ‘mesele insanda çözülür’ türünden ifadeler sloganın ötesine ne yazık ki geçmiyor.

7-“Türkiye’nin geleceği hakkında ümidin var mı?” sorusuna cevap ile bitireyim. Eskiden çok, hem de çok, ümitliydim ve yanıldım. Şimdi çok, hem de çok, ümitsizim ve tekrar yanılabilirim. Demek ki ümit var olabilir.

 

AHMET KURU

http://www.maviyorum.com/